top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sefa Fırat- Sen Geldin Boş Cüzdanımda Durdun

Bakış. İnce kahverengi bir cüzdandaki resim. Evden yalnızca onu götürebildim. Başka ne alabilirdim ki zaten ben istemeden benden gitmesin. Buradayım şimdi, bir süredir. O avuç içi resmi de benimle.

Havanın erken karardığı günlerden biri. Bugünlerde hep bir şeyler olur. Bugün de en ağırı. Yün yorganın üstüne oturdum. Dizlerimi kırdım, ellerimi dizlerimin ortasında kavuşturdum. Tahtakuruları kapıyı kemiriyordu. Gözlerimi yere dikmiş, halıya, her biri farklı büyüklükteki mavi noktalara bakıyordum. Önce dış kapı açıldı, ardından odanın kapısının buzlu penceresinde bir karartı oluştu. Montunu astıktan sonra sobanın yanına geçti babam. Sobanın kapağını açtı, içeride son bir parça odun yanıyordu. Beni sordu anneme. Ben ses etmedim. Odanın ışığı kapalıydı. İçeride dedi, annem, sonra bana seslendi. Bacaklarımı açmak istemedim başta, üşüyordum ve böyle durmak güzeldi. Hemen bir daha seslendi annem, aynı anda sobadan da tıngırtılar geldi. Kalktım, kapıyı açtım, babamla göz göze geldik. Hoş geldin baba, dedim. Annen sana kova versin de odunluktan bir kova odun getir, dedi babam. Anneme döndüm. Annem, dışarıdaki kovayı bana getir de boşaltayım onu, ona koyarsın, dedi.

Dışarı çıktım, kovayı aldım. İçinde biraz patates vardı. Önce patatesleri yere serili gazetenin üzerine dizdim. Sonra odunluktan kovayı dolduracak kadar odun aldım. Alırken babamın orta uzunluktaki odunları isteyeceğini düşündüm. Uymadım, eğri büğrülerle doldurdum, elime geleni koydum. Yorgana geri dönmek istiyordum. Sağlam düşünebileceğim vakitler değildi. Üzerimde bir uyuşukluk vardı. Dile gelmez bıkkınlık. Kahır... Nasıl söylenir, acınası dokunaklık.

Eve geldiğimde sahne aynıydı, babam elimde emanetmiş gibi duran kovayı “ver, ver, ver”lerle aldı. Odunları sobaya koyarken bir ayrım gözetmedi. İrileri, ufakları, uzunları, inceleri... Bu böyle yansın, dedi. O öyle yandı, dokunmadık.

Odaya döndüm ben, hava daha da kararmıştı. Yorganın üstüne yumuldum, dizlerimi yeniden kırdım, ellerimi ortasında kavuşturdum. Tahtakuruları kapıyı hala kemiriyordu. Dışarıya baktım. Çok ince bir aydınlık vardı, ip gibi. Uzun uzun düşündüm. Karnım gurulduyordu. Uzun uzun düşündüm. Aslında gitmesem olurdu. Uzun uzun düşündüm. Benimle gelebilirdi. Uzun uzun düşündüm. Ona, benimle gel, diyebilirdim. Uzun uzun düşündüm. Ona, gel, dememiştim, halbuki gelirdi... Uzun uzun düşündü. Acıyla bakıyordu. Kısa kısa düşündü. Seninle geleyim işte. Kısa kısa düşündü. Ne olursa razıyım, yeter ki yanında olayım. Kısa kısa düşündü. Sarıldı. Kaskatı kaldım. İnip kalkıyordu sırtı, elimi kaldırmadım. İnce boynu dudağımın altındaydı, öpmedim. Ağlıyordu, hıçkırıyordu. Ağlıyordum, sesim çıkmıyordu. Uzun uzun düşündük. Bir şey olmadı.

Ne o ne de ben, anlamıyorduk. Ben biraz içindeydim. Bütünüyle belki. Ama öyle miyim, diye sorsam kendime, değilim, derim. Çünkü benim niyetim bu değildi. Niyetim neydi bilmiyorum ama bu değildi. Niyetim belki buradan dönmekti. Kalıcı olmak değildi. Hatırlamıyorum çok. Anımsadıklarım acı şeyler. Onunla nişanlandıktan sonra geriye doğru açılan bir ömür var. Şimdi nerede o, yok, gitti, ben neredeyim. Buradayım. Ne yapıyorum, yün yorganın üstünde oturmuş onu düşünüyorum. Parmağımda gümüş bir yüzük. Bunu satmadım mı? Hatırlamıyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Çoğu şeyi unutmuşum. O kalmış sadece, inip kalkan sırtı, dudağımın altında duran boynu. Bunu da unutmalı mıyım bilmiyorum, hiç düşünmedim. Ben ne zaman yün yorganın üstüne otursam o hep geldi. Bana baktı, ona baktım. Gidiyorum, dedim.

Zaman dağınık, savruk bir iklim. Onu bana getiren de böyle bir zamanda yağan beklenmedik bir yağmur. Dağınık, savruk, telaşlı, sonrası muğlak, neden geldiği belirsiz, ne kadar kalacağı belirsiz... Geldi ya, yağıyor işte. Çantam sırtımda, üniversiteye gidiyorum. Kaldığım bir ders var, Genel İktisat, büte gireceğim. Hiç keyfim yok. Doğru düzgün çalışmadım da. Nevzat’ın zoruyla gidiyorum. O biliyor beni. Arada yılların ördüğü koca bir hatır. Kalmamı istemiyor, okulu beraber bitirmemiz gibi bir hayali var, benim de var tabii. O bunun için çalışıyor, ben avarelik ediyorum, kaçıyorum biraz. Biliyor ki bu gidişle beraber bitiremeyeceğiz. Biliyorum ki Nevzat bunu pek dert etmez. Devam ediyoruz. Yol da yürütüyor zaten. Yine de içi el vermiyor kalacak olmama, geçen senenin sorularını veriyor bana. Çok kuru bir teşekkür ediyorum, elimde olsa tatlı da ısmarlarım. Değil, tatlı ısmarlamam için çalışmam lazım gece; oysa ben dün gitmedim kahveye, geçen gün de gitmemiştim, çoktan kovulmuşumdur, bugün kovulduğumu duymaya gidemem... Borcum olsun, diyorum, çoktan ödedin, diyor. Bana yıllar öncesinden bir şey getiriyor, denk değil iyilikler, demem işine gelmez, iyi bakalım diyorum. Ama bu bir vazgeçiş değil aksine ona tatlı ısmarlayacağım gün için kafamda küçük hazırlıklar yapıyorum. Önce bir işim olması gerek mesela. Ondan da önce şu sınavı geçmeliyim. Her sene aynı sorular çıkıyormuş. Umurumda değil. Yirmi sorunun onuna baktım dün gece. Bunları işaretlesem geçerim, fazlasında gözüm yok.

Bahçeyi sarmış kalabalığın arasından dün gece bugün iktisat sınavında çıkacak soruların onunu çözmüş biri gibi geçiyorum. Alt sınıflar beni tanımıyor. Tanısa yanaşacaklar, soracaklar. Bu bölümdensiniz galiba, biz de bu bölümdeniz, nasıl soruyor hoca, çok zorlar mı, test mi klasik mi, kaç soru... Hepsine aynı cevabı veriyorum. Susuyorum. Çünkü sorulmadılar. Neler, sorular.

Merdivenleri çıkıyorum. Aynı hocalar, aynı yerlere gidiyorlar. Dört senedir, aynısını yaptılar. Değişen bir şey yok, yine yapıyorlar. Koridorda kapısı açık bazı sınıflar var. İçerisi gözüküyor. Belli belirsiz sesler geliyor. Kümelenip çalışıyor bazıları, bazıları şakalaşıyor, bazıları sınıfta bile değil, kalorifere yaslanmış koridoru seyrediyor. Ara sıra notlarına bakıyor, dudaklarını oynatıyor. Üst kata çıkıyorum. Yirmi yedi merdiven. Saymıyorum. Zamanında saymıştım, değişmemiş. Sınıfa girmeden lavaboya giriyorum önce. Aynada kendime bakıyorum. Kazağımın altındaki gömleğimin yakaları kazağımın altında. Böyle biraz çirkin duruyor. Yakaları kazağın dışına çıkarıyorum. Küçük düğmeleri ilikliyorum. Kıvrılan arkasını düzeltiyorum. Sanki oldu gibi. İyiyim.

Sınava giriyorum. Yirmi soru var. Onu dün baktığım sorular. Diğer onu da öyle mi bilmiyorum. Diğerlerini çözmüyorum. İhtiyacım yok. Bu onu yeter bana. Kâğıdı gözetmene veriyorum. Kâğıdıma bakıyor, niye işaretlemedin diğerlerini, diyor. Canım istemedi, diyorum. Garip garip bakıyor. Doldur onları da, diyor. İstemiyorum, diyorum. Kısık sesle konuşuyoruz. Kimsenin başını kaldırdığı yok. O yine de telaşlanıyor, uzatmak istemiyor. Tamam, diyor, çıkıyorum. Kantinin önündeki banka oturuyorum. Sigaram cebimde, bir tane yakıyorum. Normalde yakınca uyarmaya gelirler. Şimdi gelmiyorlar, sınav haftaları bahçeye inmezler. Afişlere bakılırsa ülkede temiz havasıyla dumansız üniversiteler sıralamasında birinciyiz. Hikâye. İlk uyarıdan sonra herkes yakıyor. Çok da uyarmıyorlar zaten. Formaliteden. Yanaşınca hemen cep hizasına iniyor sigaralar, neden bilmiyorum, korkuyoruz galiba. Peşine nazik bir uyarı, n’apıyorsunuz gençler, hiçbir uyarı mesajı yok aslında ağır bir gönderme var, yapmayın bir daha tamam mı, tamam diyoruz. Biz böyle böyle kazanıyoruz... Artık dumansızız. Zararsızız. Artık...

Yavaş yavaş diğerleri de çıkıyor sınavdan. Nevzat arıyor o sıra, sınavın nasıl geçtiğini soruyor. Bir sorun olmadığını söylüyorum, dediklerini yaptığımı. Neredesin şimdi, diyor. Okuldayım diyorum. Rıhtıma gel, bir çay içelim, diyor. Sigaram bitince kalkıyorum. Otobüse binmek için girişe doğru yürüyorum. Kırk iki merdiven. Sigara içtiğimiz için bizi uyaranlar orada, bu sefer cihazdan okula yeni girenlerin çantalarına bakıyorlar. Garip. Durağa yürüyorum. Durak orada, yakın. Her otobüs gidiyor diye gelene numarasına bakmadan biniyorum. Dört durak sonra ineceğim. İçimde garip bir his var. Dağılıp dağılıp kümelenen. Akciğerlerimde dolanan duman değil bu. Başka bir şey. Durgunum. Otobüsün içinde uzaklara dalmaya çalışıyorum. Gittikçe daralan yolun kaldırım taşlarına bakıyorum. Sonu açık. Sonunda bir ağaç var kaldırımın. Hâlâ orada.

Rıhtımda iniyorum. Her zamanki mekâna gidiyorum. Sahile gitmeden, kitapçıların arkasındaki dondurmacıya. Tam dondurmacı sayılmaz, kafe gibi. Nevzat sigara içiyor, selamlaşıyoruz. Hava boğuk, bahçenin yeşili griye dönmüş. Kapanmış. Çok bekledin mi beni, diyorum. Yok, diyor, otur. Hazırlanmış, diyecekleri var. “Az sonra alt sınıflardan kızlar gelecek, rahatsız olmazsın herhalde.” Yok anlamına gelen bir kaş göz hareketi dışında cevap vermiyorum. Muhabbete çok karışmayacağımı biliyor. Bu yüzden önceden uyarıyor. Gelince öyle kenara çekilme, sen de bir şeyler söyle, dahil ol. Beni bulaştırma diyecek gibi oluyorum, tiksiniyorum düşüncemden. Bakarız, diyorum, gelsinler de bir.

Kızlardan biri Nevzat’ı arıyor. Telefondan sesini duyuyorum kızın. Biz konuma göre geldik, burada bir kafe yok, diyor. Nevzat, kafe yazmaz dışında, Konak Dondurma yazar, gördün mü, diyor. Kafamızı kapıya doğru çeviriyoruz. Ordalar. Ben seni görüyorum, diyor, Nevzat, hemen önündeki kapıdan gir. Kız, kafenin o olmadığını düşünüp sağa sola dağılan arkadaşlarını eliyle çağırıp topluyor. Kapıdan bahçeye geçiyorlar. Her adımlarını izliyoruz, az sonra bu garip an bitecek ve ben bu giriş sahnesini hemen unutacağım. Beş kişiler. İsimlerinin güzel anlamları var. Hafif yere bakıp sırıtıyorum. Nevzat muhtemelen neden sırıttığımı bilmiyor. Muhabbeti açıyor, nasıl geçti sınavlar... Dağılıyorum anında. Toparlanmam zaman alıyor. Şimdi sadece garip bir uğultu var. Aslında hepsi çok canlı konuşuyor. Ancak zihnimden geçenlerin ruhsuz desibeli -keşke böyle demesem ama başka nasıl denir- ortamın sesini farklı aralıklarla kısıyor. Çok kopuk bir zaman geçiyor. İçinde birçok katman var. Akşam yiyeceğim kıymalı börekten, kızlardan birinin az önce arayan annesine kadar. Birbiri içine girmiş farklı birçok parça. Ağır bir kirlilik hissediyorum. Büsbütün kirlendiğimi hissediyorum. Kalkmak geliyor içimden. Çok zamansız görünecek biliyorum. Benim işleyen çemberimde vaktin geldiğini anlamayacaklar. Onlara anlatamam da. Biraz daha bekliyorum bu yüzden, belki zamanlarımız benzer bir dilime yaklaşır. Yine çemberler oluşmaya başlıyor. Geceye doğru Zamanın Farkında’yı bitirmek gibi bir düşüncem var, Nevzat mikrobiyoloji hocasının bu dönem final notunun yüzde kırkını ödevden, yüzde altmışını yapacağı sınavdan vereceğini anlatıyor, bunu uzun süre konuşuyorlar.

Nasıl oluyor bilemiyorum, bir başlangıç noktası aradığımdan belki, ama Nevzat’ın yüzüne bakıyorum birden. O da bana bakıyor. Göz göze geliyoruz. Unutmuş gibi heyecanla “Sizi tanıştırmadım.” diyor. Yaptığım yanlış giderek büyüyor elinde. Bakmasaydım keşke. “Kerem, bizim sınıftan. O da girdi bugün sizinle sınava.” diyor. Ne mutlu bana. Adını doğru hatırlıyorsam, kumral olanı, Meltem de o an böyle demiş olmalı. Ne mutlu bana. Çünkü o an gözü gözümden gitmedi. Kaldı. Ben o kalıştan bin şey biçtim kendime. Bin yara açıldı, bin yara kapandı. Farklı bir şey hissettim. Aşk değil, buradan o çıkmaz. Kalburüstü bir sızı. Aynı acıları çekmiş birini yavaş yavaş tanıyorsun hissi. Anlık. O kadar anlık ki emin değilsin. Ama bir o kadar da çok güçlü ve bal gibi de eminsin. Kızlar gitti. Nevzat’la trene doğru yürüdük. Kadıköy sokakları yan yana yürümeye pek izin vermiyor. Peşi sıra gidilirken de sorular yarım kalıyor. Geniş bir caddeye varana kadar içimde beklettim. Sonra “Siz nereden tanışıyorsunuz dedim.” “Kiminle?” dedi. “Kızlarla.” dedim. “Kulüpten.” dedi. “Ne o, muhabbet hoşuna mı gitti?” “Bilmiyorum.” dedim. Ama iyiler, dedim, zararları yok. Sormadım ötesini. Duymak istemedim belki. Tuhaf bir istenç kapladı içimi. Küçük büyük hiçbirini hafife almamak lazım böyle birden gelince. Almadım, ona sığındım. Oysa ne güzel savaşırdım dünyayla, yaşımdı da. Düştüklerimi saymazdım. Kalkmayı becerir, takmazdım. Olmadı. Yenileceğim tuttu.

Ertesiler geldi hemen. Ertesi gün, ertesi ay, ertesi yıl, ertesi dert, ertesi sınav, ertesi pazar, hepsi gelmeyi bildi. Niyetim yoktu, olsun diye de zorlamadım. Tuhaf bir istençtir, dedim, takıldım peşine, ardından gitmedim. Meltem’i geçen süre boyunca hiç aramadım. Karşılaşmadık da bir daha. Kafam dalgınlaşmıştı iyice mezun olunca. Hayallerim farklıydı, küçük ve ulaşılabilir şeylerdi. Hiçbiri olmadı. Hayat öyle beklediğim yerden gelmedi. Sıkıntılarla boğuştuk ardı sıra. Çoğuna önlem alamazdık. Onlar bıçakladı geçti. Geçmeyenler de oldu. Bunların arasından birinde ben Meltem’i buldum. Şimdi o yarayı deşmek var, yün yorganın üstünde, tahtakuruları kapıyı kemirirken...

Temmuzun sonlarıydı. Küçük bir kaza geçirdi ablamın eşi. Arabayı bariyere vurdu. Arabada tekti, arkadaki araçlardan birindeki adam almış hemen hastaneye götürmüş onu. Ablam aradı, kazayı anlattı. İlk gün hastaydım, gidemedim, ikinci gün param yoktu bilet alamadım, üçüncü gün geçen ay ayrıldığım işten alamadığım mesai parasını on gün sonra alacağımı öğrenince yine gitmeyecektim ama ablam olmaz öyle deyip hesabıma para attı. Akşamına bilet alıp hastaneye gittim. Geçmiş olsun, dedim, nasıl oldu? Ablamın eşi anlatmak için üç gün sadece beni beklemiş gibi anlatmaya başladı. “Bilmiyorum, bir an direksiyonu hissedemedim elimde. Dalmışım demek ki, vurduğum anı hatırlamıyorum, sonrasında kaburgalarım acıyordu. Oradan bir adam getirdi beni sağ olsun hastaneye. Baktı doktorlar, kırılmış. Sabredeceğiz artık, elden başka bir gelmiyor.” Doğru diyordu; gelmiyor ve gelmedi de. Bir şey yapamadım. Dinleyip ne yapılır, anlamalı. Anladım ve üzüldüm. Elimden bir şey gelmedi. Çaresizlik... Çaresizlik insanın nefesini tıkıyor. Tıkamıyor diyenler de var ama şimdi. Yani çaresizlik sadece benim nefesimi tıkıyor olabilir. Çünkü diyenler diyorlar ki aslında hormonlar tıkıyormuş nefesi. Sonra, diyorum. Sonrası yok, diyorlar. Peşine düştükleri gerçeklik onlara isim bulmaya yarıyor sadece, bunlar başka başka şeylere hakkımız demenin yolları, sorsan öyle değil, derler bilim bu. Aynı bilimin bilemeyeceği şeyler olamaz mı, diyorum. Bir şeyi akılla çözemiyorsak o yoktur diyor, onlara akıl dediğiniz şeyin ne kadarına hakimsiniz diyorum, aslında demesem yeri, çünkü kurdukları bu evrende ben de yokum aslında. Dedim ama bir kere, duyacağız. Akıl, kendi mekanizmasında işleyen bir mekanizmadır diyor, birçok bileşeni var, bizim burada anlatamayacağımız bir sürü etken var, yaşananlar var, rüyalar var, bellek var... Beklemediğim bir şekilde güzel konuşuyorlar, mantıklı şeyler çoğu, az daha düşünseler belki değişecek fikirleri ama şimdi sadece “var”lar. Onlar doğru ben yanlış, ben doğruyum onlar yanlış kavgası değil bu. Daha açık bir alan. O yüzden çok da mühim değil bunlar. Takılmıyorum. Onun da ötesi benim işim değil. Ben çaresizlik diyorum onlar hormonlar diyor. İsterse başka şeyler desinler, ben yine çaresizlik diyeceğim. Neticede mahiyet başka. Çaresizlik benim nefesimi neden tıkıyor bilmiyorlar, öğretecek değilim, öğrenecek de değiller. Ne diyeyim, çare sizlik, üstelik bulmuşsunuz, ne güzel, hâkim olursunuz, olursunuz...

Hava almak için bahçeye çıktım, banklar doluydu. Çiçeklerin oraya oturdum. Hiç yeri değildi belki, belki bankı görünce oldu... Meltem geldi aklıma, ama çıkmadı bu sefer. Karşıdaki bankta onu aradım. Yeniden bakmasını istedim, küçücük küçücük sırıtacaktım. Yoktu. Ama getirmekte kararlıydım. Hislenip durdum, çok yüklenince kendime yol olur gelir sandım. Gelmedi. O an sıcak sıcak bekledim onu, ilk defa. Burkuldu içim. Dayanamadım yapıştım hemen telefona. Ama utandım da hemen yine halimden. Dur, sakinleş, böyle biri değilsin sen. Hiç dinlemiyorum kendimi. O bakmalı yine bana, diyorum. Gözlerimin gözlerine ihtiyacı var. Sarılsınlar istiyorum... Çıldırmışım epey. Nevzatı arıyorum. Çok dağınığım, düzgün cümlelerle işim yok. “Oğlum, buraya gel hemen diyorum.” Hastanenin konumu, whatsapp... gidiyor elim bir şekilde. Ablamlar o gün de hastanede kalıyor, ben dönmüyorum yanlarına daha, çünkü ablam beni gitti biliyor. Nevzat hastanenin bahçesine gelince: “Ne oldu oğlum diyor, burada ne işin var?” Ona kazadan bahsetmiyorum. Hangisinden ama, belki de tam olarak kazadan bahsediyorum. Nevzat ben yıllar önce Kadıköy’de senin yanında, kızlar da vardı ya hani, hatırlarsın, saatte kırk iki hızla giderken duran bir araca çarptım. Yıllardır bir şeyim yok dedim ya ama işte varmış... Pat diye söyleyeceğim yerde adını unutuyorum Meltem’in, benim ona ihtiyacım var, diyorum, kime diyor Nevzat, dedim ya diyorum, ona, kim oğlum o diyor Nevzat. Gelmiyor aklıma ismi Meltem’in. Söyleniyorum içimden, kaza anını söyleyeceğim, bakışını söyleyeceğim ama işe yaramayacak, adı lazım, adı neydi, adı var mıydı, adı bakış...

Anladı beni bir şekilde Nevzat. Önce kızın ağzını aradı, biri yoktu hayatında, konuşabilirdik. Ertesilerden bir ertesi belirledi Nevzat bize. Biz o gün onunla o dondurmacıya gittik. Ben o sandalyeye oturdum yine, o, o sandalyeye oturdu yine. Bakıştık öyle. Hayatlarımız duruyordu içimizde. Ağzımıza doldurmak istemedik her şeyi hemen. Bakıştık öyle... Uzun uzun. Yadırgamadı hiç, benimle tekrarladı aynı dansı. Ki zaten o da beklemiş beni. Nasıl biliyor Allah’ım insan beklendiğini. Biliyor işte, istenç...

Sonra o kadar şey. Daha neler neler. Mütevazı bir evlilik. Küçük bir yuva. Yuvada yeni eklenenlerle üç kuş. Beklenmedik bir şekilde önce en genci kalkıp uçunca iki yaşlı kuşun başlayan kavgası, hayata karşı bir kavga. Mutlak mağlubiyet. Yeniden toparlanması uzun sürecek. Küçük kuşun tüyleri hâlâ salonda. Ara sıra öpüyor büyük kuşlardan biri o tüyleri. Sonra öpe öpe gitmeyi öğreniyor o da ya da kalacak olana kalınca ne yapacağını öğretiyor. Meltem galiba ismi. Bakış.


Sefa Fırat

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page