Öykü- Sema Öztürk- Tümsek
- İshakEdebiyat

- 12 dakika önce
- 6 dakikada okunur
Yazın son zamanlarıydı. Bayramdı. Evvelâ Hikmet'i hazırladı Emine. Pazar yerinden aldığı, paçaları henüz buruşuk duran siyah pantolonunu ve parlak siyah ayakkabılarını giydirdi. Ayakkabılar yeni kokuyordu, tabanları hâlâ pürüzsüz ve parlaktı. Sonra odasına geçip kapının arkasına astığı rengarenk eşarbını, sadece özel günlerde giydiği ceketini aldı. Uzun ve aralarından gümüşi iplikler gibi sarkan siyah saçlarını toplayıp eşarbını bağladı. Aynanın karşısında durdu. Uzun zamandır aynaya bakmamıştı. Yüzü ne kadar da yabancıydı kendine... Başkasına bakar gibi baktı.
Toprak yola çıktıkları zaman Hikmet’in elini tuttu. Nereye gittiklerini biliyordu Hikmet. Hiç soru sormadı. Öylece yürümeye başladılar.
Ne aceleleri vardı, ne de bir yere geç kalmışlıkları. Çimenlerin yeşili yorgundu artık.
Yeşilin içinden geçen sarı, sessizce ilerliyor; her şey yavaş yavaş gerçek rengiyle vedalaşıyordu. Ağaçlar meyvelerini çoktan vermişti. Bazıları güneşte buruşmuş, bazıları toprağa düşüp ezilmişti. Hava ne sıcak sayılırdı, ne de serin... Sadece biraz durgundu. İnsana eski zamanları anımsatan, unutulmuş bir günün hatırasını yaşatıyordu.
Hikmet, eli annesinin avucunda yürürken çok mutluydu. O kendi çocuk dünyasında dalıp gitmişti. Yolun kıvrımlarını, kuş seslerini, gökyüzünde şekilden şekile giren bulutları izliyordu. Terden yapış yapış olsa da elini bırakmaya hiç niyeti yoktu. Emine’nin yürüyüşü başka zamanlardaki gibi değildi. Ne bayram sevincini taşıyordu, ne de gündelik telâşlarını. Rutin, alışkın olduğu bir mezarlık ziyaretiydi. Ve fakat; yüzünde bir suskunluk vardı. Bu öyle derindi ki, onu rahatsız etmeye çekinerek yürüyordu. Yol kıvrıldıkça ağaçlar seyrekleşiyor, gökyüzü biraz daha açılıyordu. Çakılların sesi adımlarının altında değişmişti. Hikmet arada bir duruyor, hışırtılara, seslere kulak veriyor, sonra yeniden yürüyordu. Yürüdükçe, uzaktan, dimdik yükselen koyu renkli ağaçlar belirdi. Sıralıydılar. Sanki bir sınırı, bir eşiği koruyorlardı. Hikmet biraz yavaşladı. Gözleri o siyah gölgelerin ardına takıldı.
Annesinin yüzüne baktı.
"Nineme gidecek miyiz,” dedi.
Oğlunun yüzüne bakmadan, “Evet ama henüz erken,” dedi.
Yine sustu Hikmet. Yürüdüler…
Söyleyecek sözü olan insanların, zamanı gelmiş de geçmiş sözlerin kararlı yürüyüşüydü bu. Hiç konuşmadılar. Arada sırada gelip geçen arabalar haricinde başkaca birşey yoktu yolda. Gökyüzünde, ağaç dallarında göremedikleri fakat seslerini işittikleri kuşlar vardı. Bülbüller, serçeler ve tarla kuşları vardı… Sesleri dalların arasından, rüzgâra, çayıra karışıyordu. Sonra yol biraz daha kıvrıldı. Yaklaştıkça, rüzgârın sesini işitmeye başladılar. Selviler, oldukları yerde salınıyordu. Çakıllar yerini kuru toprağa, kuru toprak da çatlamış taşlara bıraktı. Nihayetinde mezarlığın eşiğine geldiler.
Susmuş bir insan kalabalığının arasındaydılar şimdi.
Her birinin yarım kalmış cümleleri, söylenmedik sözleri vardı.
Gideceği yeri biliyordu Hikmet. Annesinden evvel gidip dikildi mezarın başına.
Emine oğlunun yanına geldi, elini tuttu, başını eğerek fısıldadı.
"İşte geldim…”
Hikmet, annesinin elini bırakıp, küçücük ellerini açtı. Mırıl mırıl bir şeyler söyledi. Sonra ellerini yüzüne sürüp, her zaman sorduğu ve hiç cevap alamadığı aynı soruyu sordu.
“Neden isim yazmıyor? Neden taşı yok diğerlerinin gibi?”
"Anlattım ya Hikmet, unuttun mu? Sen doğmadan çok evvel gitti. Çok kıymetli biriydi. Kardeşimdi. Dinlersin, içini alır da götürür ya insanın, öyleydi.”
Sustular.
Geçmiş bir yazın izi hala toprağın üzerinde duruyordu. Toprak sıkışmış; damar damar çatlamıştı. Çatlaklar parmak parmak ayrılmış, içlerinden karıncalar ve kahverengi böcekler çıkıyordu. Hızla, telâşla geziniyor, bir görünüp bir kayboluyorlardı. Mezar taşlarının arasına giriyor, sessizliğin içinde yok oluyorlardı. Selviler koyu bir yeşil gölge yaratmışlardı. Her selvinin altında neredeyse iki mezar vardı. Biri gölgede kalmış, diğeri güneşe uzanmıştı. Güneşte uzananın gölgesi, mezarın hemen yanına düşüyordu. Yağmur yağsa her şey değişirdi.
Hikmet olduğu yere çömeldi. Elinde bir çomak vardı. Böcekleri dürtüyor, yer yer üstlerine bastırıyor, hareketlerini izliyordu. Emine, elindeki içi su dolu plâstik şişeden, üzeri çatlamış, kurumuş, tek bir yeşil ot bile olmadığı toprağa suyun birazını gezdirdi. Selvinin gölgesi ayaklarının ucuna kadar uzanmıştı. Hikmet ayağa kalktı, bir adım atacak oldu.
"Basma," dedi.
Şaşırdı Hikmet. Gölgenin üzerine basmadı, ama üzerinden atladı.
"Basarsam ne olur?”
Emine’nin yüzüne baktı uzun uzun. O yüz öylece durmuyordu. Çizgileri vardı onun, ama kırışıklık demeye dili varmazdı insanın. Harita gibiydi; yolları, tepeleri, birdenbire beliriveren uçurumları vardı. Ve her bir çizgi, bir yere çıkar gibiydi. Mezarlığın içinden bir esinti aldı yürüdü. Hışırtı başladı. Selvilerde, taşlarda, toprağın içinde bir şey uyanıyor gibiydi. Köpekler geçti yukarılardan hızlı hızlı ve havlayarak. Kaybolup gittiler. Yapraklar havalanıp telâşla yere indi. Bazısı mezar taşlarının dibine kıvrıldı. O an, orada bir konuşmaya şahit olacaklarını anlamışlardı da, hazırlanmışlardı sanki.
“Bastığın zaman, hisseder, rahatsız olur. Bilmeden üstüne bastın mı, onun uykusunu bölersin; kızar."
Hikmet bir adım geri çekildi. Ama gözlerini gölgeden alamadı. Hafifçe güldü Emine.
"Hadi ordan! Yalancı! Ölü o. Çoktan kemik oldu!”
Ön dişlerinden biri yoktu. Ağzında karanlık, küçük bir oyuk vardı. Ağzını açtığı zaman o karanlık mağaranın kapısı açılıyordu. Pembe dili dışarıya yarı yarıya çıkmıştı şaşkınlıktan. Hevesli bir merakla annesinin gözlerinin içine bakıyordu. Çenesi titredi.
Hikmet, tedirgin olmuştu.
“Gidelim mi artık anne?”
“Daha değil…”
Hikmet toprağa baktı. Ufak, sivri, uzunca bir taş buldu, elinin içinde çevirdi. Sonra mezarın başucuna bıraktı. Bir baş taşı değildi. Ama artık bir iz vardı. Emine, Hikmet’in taşı toprağa batırışını izledi. Bir şey demedi. Güldü. Gözleri yaşardı. Göz kapakları gevşedi. Yüzü biraz yumuşadı.
"Artık konuştu, değil mi anne?" dedi Hikmet. Gözlerinin içi gülüyordu.
Emine başını salladı. Bazı gölgeler (duygular), suskunlukla büyür. Yutulan cümleler, içte taş gibi oturur; konuşulmamışlık karanlığı besler. Konuştukça değil, sustukça uzar. Uzadıkça sıkıntı basar. İnsan susar, gölgesi büyümeye devam eder. Tıpkı bu mezarın başındaki gibi ne adı vardır ne sesi, sadece sessizlikten örülmüş bir karanlık. O gün Emine konuştu. İçindekilerin hepsini dökmedi belki, fakat ilk taşı yerinden oynattı. İlk kez gölgenin içine bir ses düştü. Ve o ses, karanlığı biraz geri çekti.
Çünkü af dilemek her zaman yüksek sesle olmazdı. ‘Ben geldim’ demek bile bir şeyleri değiştirmeye başlardı. Bu söz, ‘seni unutmadım’ demekti. ‘Konuşmasak da içimde kaldın’ demekti. O cümle ne af isterdi ne açıklama, yalnızca varlığı kabul ederdi. Emine her yıl bu toprağın başına gelip aynı cümleyi tekrarlamıştı. Ama bu kez farklıydı. Bu kez ‘Ben geldim’ derken sesi titremedi. Affetmek, af dilemek bazen büyük lâflarla değil, sadece geldiğini söylemekle başlardı.
Emine eğildi, şişede kalanı mezarın kıyısına döktü. Toprak ağır ağır içti bu suyu, ılık ılık altına akıp gitti. Sonra ayağa kalktı. “Bak bakalım yukarıdaki çeşmeden su akıyor mu, oğlum? Hortumu getir de mezarları sulayalım. Sevaptır.”
Gidip gelmek çocuk için belki bir oyundu, ama Emine için bir nefesti. Biraz yalnız kalmak istiyordu. Kaldı da. Konuştu. Ağladı. Öfkelendi. Sitem etti.
Çok geçmeden arkasından bir ayak sesi işitti. Toprak çıtırdadı. Sildi gözlerini, üstünü başını düzeltti. Toz kalkmış da eteklerine sinmiş gibi.
Oğlunun kendisini ağlarken görmesini hiç istemiyordu. Elini toprağa uzattı, kuru bir otu koparıp yere bıraktı. Koparışı öylesineydi, ama aynı zamanda özene bezene. Sanki bir süsü düzeltir gibiydi.
“Getir hortumu, Hikmet,” dedi. Sesi toparlanmıştı. Başını çevirdiğinde, arkasında hiç tanımadığı bir adam gördü. Çok şaşırdı. Suçüstü yakalanmış gibiydi. Adamın yüzü gün ortasında kalmış gibi kıpkırmızıydı. Sakalları yer yer ağarmıştı, pantolonunun paçalarına kurumuş çamur sinmişti. Elinde bir kürek vardı; yorgun ama alışılmış bir yük gibi taşıyordu. Yanlarından kara suratlı, tüyleri kirli beyaz bir köpek geçti.
“Korkma,” dedi adam, sesi kalın ama yumuşaktı. “Bir şey yapmaz.”
Sonra Emine’nin yanına kadar geldi. Toprağa bakarak konuştu ağır ağır. Üzgündü. “Abla…” dedi, tereddütlü bir sesle. “İzin verirsen bir şey söylemek istiyorum.” “Buyur,” dedi Emine. “Abla, yanlış anlama da… bu toprak boş. Yani, burada bir mezar yok.”
Emine kıpırdadı yerinde. “Öyle bir kayıt yok. Bu alan boş mezar yeri diye ayrılmış.” Toprak tümseğini gösterdi. “Bu tümsek, yanındaki mezarın içinden çıkan toprak. Öylece kalmış. Hiç kimse gömülmedi buraya. Ne eskiden ne şimdi. Altı boş yani, anlayacağın.”
Emine gözlerini toprağa çevirdi. Uzunca baktı. Önünde uzanan yer, artık bir mezardan çok, eski bir yara gibi görünüyordu. Bildiğini bir kez daha işitmek, taş gibi oturdu içine. Kımıldayamadı. Önce elindeki boş şişeye baktı. Sonra toprağa, ardından adama. “Biliyorum,” diye mırıldandı.
Burada kimsenin olmadığını biliyordu. Bu tümseği kimsesiz gördüğü için buraya gömmüştü içindekini. Bir yer bellemişti. İçine gömmek yerine buraya gömmüştü işte, ne var ki! İçinde kabarıp duracağına, hasta edeceğine, dışarıda bir toprak parçasına vermişti yükünü. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye değil — tam tersine, bir gün biri gelsin, görsün, sorsun; söylesin diyeydi.
İnsanın bazı yükleri içinde taşıyamayacağı kadar ağır olur. Emine bu yükü yıllarca sırtında gezdirmişti. Adı olmayan, taşı olmayan bir mezar bellemişti ona. Sessizliği bozmaya, içindekini bağışlamaya çevirecek tek yer burasıydı. Çünkü burası, unutulmak istenenin değil, hatırlanmak istenenin yeriydi. Toprakla paylaşmak istemişti içindekini. Söyleyemediklerini, içine atmak yerine bu taşsız, insansız toprağın başında bırakmıştı.
Hikmet’le birlikte zaman zaman gelip konuştuğu adres olmuştu. Her gelişinde biraz daha çok konuşmuş, biraz daha az susmuştu. Ama yine de eksik kalmıştı bazı cümleler. Kimi zaman ağlayarak, kimi zaman susarak, kimi zaman gülerek, içinden geçen ne varsa bu toprağa bırakmıştı. Gidip konuşamadığıyla burada konuşuyordu. Kendi kendine gibi değil, onunla konuşur gibi. Hani insan inanırsa bir gölgeyi bile ete kemiğe büründürür ya, öyle.
Adamın yüzüne bakmadan uzaklaştı oradan. Hikmet yukarıdan, çeşmenin başından aldığı hortumu sürükleyerek aşağıya doğru hızla koşarken sesleniyordu. Çocuk koşmuyor, uçuyordu. Bayramlık siyah ayakkabıları toza toprağa bulanmıştı. Hortumun ucu bir elindeydi, diğer elini havaya kaldırmıştı.
“Anne, hortumu getiriyorum!”
Sema Öztürk




Yorumlar