top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Serap Üstün- Gözümün Nuru

Yolun karşısına geçer geçmez kalabalıkta gözden kayboluyor. Görüş alanımı telaşla tarayıp tekrar yakalıyorum uçuşan boyalı kızıl saçlarını, nöbetçi eczanenin köşesinden ilk ara sokağa dönerken. Caddeden ayrıldıktan sonra yavaşlıyor. Ağırlaşan bulutlar, kasvetle göğün boşluğunda salınırken gerilemeye başlıyor. Sokak boyunca eşlikçilerim; köpek uğultuları, çoğu müstakil evlerin damlarından sarkan coşmuş mor salkımlar, açık pencerelerden yayılan biber kızartması kokusu, eve akşam ezanından sonra girdiği için sağlam birer dayak yemiş çocukların ağlamaktan boğuklaşmış iç çekişleri, kapı önündeki suç aleti toplarının yanında kalan, alelacele çıkarılırken teki sağa diğer teki sola fırlamış çamurlu naylon terlikleri, pencerede dedikodu için malzeme toplamaya bekleşen dul kadınlar, her hücresinden kapkara kıllar fışkıran yağ tulumu, bodur, bıyıklı testosteron yığınlarının, onlar yuvarlanarak ilerledikçe mahallelinin burun deliklerini toptan kırıp geçiren ekşi kokuları kadar büyük tiksinti uyandıran yumurta topuklarının takırtıları.

Annemin yeni hayatıyla yüzleşme anım midemi karıncalandırıyor. Onu yetişkin bir kadın olana dek neden sayılı kez görmüş olduğumu şimdi şimdi anlamlandırıyorum. Babam hiç içten güldüğünü görmediğimiz asık suratıyla aniden beliriyor zihnimde ve bana küfürler ederek aynı hızla kayboluyor.

Babamın, “Size zamanı gelince her şeyi anlatırım,” dediği cümledeki “o” zaman nedense hiç gelmemişti. Doğrusu biz de pek üstünde durmamıştık. Buna rağmen o, yıllar boyunca sanki haksızlığa uğradığı gizli bir davanın çok gizli dosyalarını bizden evin tavan arasında saklıyormuşçasına kasıla kasıla ilgilenmişti kardeşimle ve benimle. Melih geç konuştu, geç yürüdü, okumayı bile geç söktü ama babamın huysuzluklarıyla başa çıkılamayacağını da aramızda en erken o çözdü. Babaannem oğluna toz kondurmazdı. Hepimizi ancak acıtarak sevmeyi bilmesi belki de kendi babasından gördüğü ne varsa üstümüzde denemesindendi. Dengesizlikleriyle kendisi bile baş edemeyecek olduğunda temelli ayarı bozulan bir saat gibi önce ileri geri yalpalamaya başlar, ardından arızalı sesler çıkarır ve aniden dururdu. Kendini kapattığı odasından dış dünyaya açılması bazen aylar alırdı. O iyi hissetmeye başladığında ve bizi geri kazanmak için aşırıya kaçan ilgisiyle üstümüze çullandığında bizden kopuk olduğu günler boyunca kaçırdıklarını fark edemediğinden eminim. Üstelik içimizde biriktirdiği sevgisizliği, bize hissettirdiği güvensizliği, hatta yaşayamadıklarımızın hıncıyla açılan, onulmaz yaralarımızın mimarı olduğunu da asla kabullenmedi. Ona göre hep karşısındakiler hatalı, eksik, yanlış, sinir bozucu, onun öfkesini kabartarak şiddetini tahrik edici oluyordu. Herkesten ve her şeyden vazgeçilebilirdi.

Onun, ruhumda bıraktığı izleri hala silemediğimi fark ettiğimde çaresizlikten lime lime olduğumu hissediyorum. Parçalarımı asla toplayamayacak kadar dağıldığımı, ola ki toplasam da bu eğreti toplamın artık asla bana eşit olamayacağını, beynim burnumdan çıkana kadar höykürerek ağlasam da bundan böyle kendime yabancı kalacağımı… En çok can yakansa, her kabullenişin anatomisinin üç aşağı beş yukarı aynı olması.

Annemin süt kokusunu duyumsar gibiyim, ılık ılık içime akışını, beni sağaltışını… Peşinden gidiyorum var gücümle soluk soluğa. Onun penceresinden bakayım istiyorum, her sabah uyandığında şu mor tepelerle mi selamlaşıyor. Yoksa denize mi dönük yüzü, bahçesinde en sevdiğim nar ağacı var mı, salıncak kurmuş mu erik ağaçlarının dallarına, enginar dolması yapar mı, hangi renk ruju sever en çok, saçlarını kendisi mi boyar, dantelli çamaşırlar giyer mi yoksa hep pamuklu mu, rüya görür mü, düşlerinde biz olur muyuz? Hiç aklına getirir mi, Dikili’deki kamp tatillerimizi, denizin ortasında bile babamın hepimizin burnundan getirdiğini, salya sümük kalıp bizden utandığını hatırlar mı? Çünkü ben hatırlıyorum. Evde de bizden köşe bucak saklanarak ağladığını, hıçkırıklarını yutmaya çalışırken kapıldığı öksürük krizlerini, akşam yemeğine ağlamaktan yüzü gözü şiş halde de olsa kırmızı mercimek çorbasıyla salata yetiştirdiğini, hepsini hatırlıyorum. Yutkunmaktan yiyemediğini, gülümser gibi yapıp yemek boyunca Melih’le benim saçlarımızı okşadığını, babamın hiçbir şey olmamış gibi bolca pul biber döküp höpürdeterek mideye indirdiği çorbasının içinde kaybolmak isteyen, onun sönük bakışlarını…

Yokuş yukarı yürümeye devam ediyor. Bakkala girdiğinde duraksıyorum, neyse ki elinde iki ekmek olan poşetle oyalanmadan çıkıyor. Çamaşırların iplerde boydan boya asılı olduğu sokaklarda. Çirkin yapılı birkaç camiyi, birbirine çok yakın otobüs duraklarını, evlerin yan duvarlarına dayanmış mobiletleri, meydanlardaki kahvehaneleri, çınar ağaçlarını, bir deri bir kemik sokak köpeklerini, tıka basa dolup taşmış çöp tenekelerini arkamızda bırakarak geçiyoruz. Renkler soluklaşmış. Annemin deve tüyü rengindeki hırkası şimdi beje dönük. Bu haliyle omuzlarına düşen kızıllık daha belirgin. Güzel kadın annem, hem de çok güzel. Babamın gözü bu güzelliği hiç göremedi, ona kıymet vermedi.

Telefonunu çıkarıyor çantasından, çalmış olmalı. Kısa konuşuyor, ama hep gülüşmeli. Hayranım azıcık duyabildiğim bu huzur veren, cıvıldayan, insanın içine baharlar getiren sese. Ninniler dinlemek istiyorum sesinden. Kendimi bırakmak istiyorum akışına, taşınmak istiyorum yüreğimdeki kıyılardan, başkalarına. Her çıktığım kıyıda soluklanmak, toprağa basmak, kana kana dans etmek sesiyle, kendi çevremde bitkin düşene kadar dönmek, dönmek, dönmek… Sonra kendimi kucağının sıcaklığına bırakmak, onu koklamak, kokusunu belleğime kazımak…

Beyaz, kutu gibi kerpiç bir eve yaklaşınca yavaşlıyor. Ahşap pencere kenarlıkları mavi boyalı, bahçesi kendinden büyük bir ev. Giriyor bahçe duvarını geçtikten sonra kilidini yukarı kaldırarak açtığı demir kapıdan. Sokağın köşesinde kımıldamadan seyrediyorum.

Bir ergen fırlıyor önce içeriden, kapının sesine sevinçle, boynuna atlıyor annemin. Sonra kır saçlı, temiz yüzlü bir adamcağız,

“Gözümün nuru,” diyor, “Hoş geldin.”

Demiyor da olabilir. Ben olduğum yerden sadece dudaklarının kıpırdadığını görüyorum. Belki, “Nerede kaldın? Saatten haberin yok mu?” diyordur, belki de annemin gözleri yine dolu, o çocuktan da kaçarak saklanacak. Hayır. Hiç öyle değil.

Annem ilk kez duyduğum kahkahasını tadını çıkararak atıyor. Gülmek ona öyle yakışıyor ki... İçimde bir yerler ılık ılık kanıyor, bu kez bırakıyorum kanasın.


Serap Üstün

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page