top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Serdar Gün- Postmodern İntikam

Merhaba ben Edip. Vasat bir şirketin muhasebe bölümünde çalışıyorum. Sabah gözlerimi dünyaya açtığımda köpekler gibi acıktığımı hissettim. Yani diğer sabahlardan pek bir farklı yoktu. Elimi yüzümü yıkarken son günlerin gözde şarkılarından olan “Fistanı golalı yar”ı açtım. Sonra dişlerimi fırçalarken ellerim ıslak olduğundan müdahale edemediğim Youtube reklamlarını can kulağıyla dinledim. Son zamanlarda o kadar fazla reklam dinlemiştim ki hemen hemen hepsinin repliklerini istemsizce ezberlemiştim. Bu reklamlar Serdar Ortaç şarkıları gibi. Hiçbirini açıp dinlemezsiniz ama hepsini bir şekilde ezberlemiş olursunuz. Bazen kendimi bu replikleri tekrarlarken buluyorum. Can sıkıcı bir durum değil mi? Mutfağa gittim, masanın üzerindeki bisküvi paketini önce dişimle açmaya çalıştım, olmayınca çekmeceye uzanıp aldığım bıçak ile paketi ortasından kesip birkaç tane bisküviyi ağzıma attım. Jölesi ağzımda dağılırken hızlıca takım elbisemi giydim ve evden çıktım. İlk hedefim köşedeki pastaneden simit ve üçgen peynir almaktı. Asansöre bindim ve sıfır tuşuna bastım. Zemine inerken kendi kendime bir reklam repliği söyledim. Asansör sıfıra yaklaşık yedi saniyede indi ve kapı yavaşça açıldı. Kapı açılır açılmaz tek başıma bindiğim asansörün içinden enseme daha önce yemediğim ağırlıkta -babamdan yediklerimden kesinlikle daha şiddetli- bir tokat indi. Dengemi kaybeder gibi oldum, bir miktar göz kararması ve bir iki sendelemeden sonra arkamı döndüğümde ortalıkta ne asansör ne de apartman vardı. Kocaman bir çölün ortasındaydım. Yani bana göre kocaman. Bir Egeli olarak bana çöl gibi geldi de diyebilirim. Belki inanmayacaksınız ama etrafta hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Ne bir zamanlardan kalma zoraki yaşamış bir ağaç ne de filmlerden aşina olduğum koca koca kaktüsler, hiçbir şey. Kendime “Ben buraya nasıl geldim?” sorusunu sormam gerekirken neler düşünüyordum. Ya Rabbelalemîn! İlk şaşkınlığım geçene kadar tepemdeki güneşin ve sıcaklığının farkına varmamıştım. Tepemde diyorum çünkü gölgem ortalıkta görünmüyordu. Öyle bir terlemiştim ki ceketimin astarı gömleğime yapışmış, çıkartmak için kazımam gerektiğini düşünmüştüm. Ceketimi üzerimden kazıyıp güneşe siper etmek için başıma sararken bir taraftan da ne tarafa gideceğimi düşündüm. Askerliğimi komando olarak yapmamanın acısını o an derinden hissettim. Baktığım hiçbir yönün diğerinden en ufak farkı yoktu. Ne demiş atalarımız “Zevkler ve renkler tartışılmaz!”. Piyade hislerimi kullanıp, “Ulan burası kesin kuzeydir,” dedim ve yola çıktım. Çünkü böyle zamanlarda her zaman en mantıklısı kuzeye yürümektir! Yaklaşık yedi saat yürüyüp güneşin hala tepemde olmasından kıllanmaya başladığım bir anda uzaklardan gürül gürül gelen motor sesiyle irkildim. Bu kadar ses çıkarttığına göre dizel motor olmalıydı ve bu benim için çok güzel bir haberdi. Fakirin halinden fakir anlar diye düşündüm, gülümsedim. Olduğum yerde durdum ve arabanın yaklaşmasını bekledim. Sesi yaklaşsa da hâlâ daha arabaya dair başka belirti yoktu. Güneş inatla tepemdeydi ve beynimi vıcık vıcık yapmıştı. Vıcık vıcık. Kafamı sallasam beynimin kulaklarımdan sızacağını düşündüm bir an. Gözlerimi kısıp güneşe baktım, batmaya niyeti yok gibiydi. O an susadığımı fark ettim. Çok susadığımı. Dilimi damağıma değdirdiğimde dilimin damağıma yapışması, bu farkındalığımı perçinledi. Bir taraftan yaklaşan motor sesi kurtarıcımın geldiğini müjdeliyordu. Sesin geldiği tarafa doğru yürümek istedim, inanın ayaklarımda derman yoktu. Olduğum yerde dizlerimin üzerine çöktüm ve beklemeye başladım.

***

Merhabalar efendim, ben Behruz. Cenker Behruz. Behruz Holding’in sahibi, yönetim kurulu başkanı ve seri katiliyim. Şirketimiz çok köklü olmakla beraber maalesef son yıllarda rakiplerinden bir adım geride kalmış, ekonomik problemlere gark olmuş, medyada ve ulusal anlamda tanınırlığını yitirmiş bir kuruluş. Çikolata bizim işimiz efendim. Çikolata ile münasebetimiz dedemin dedesi Behruz Bey ile başlar. Büyük dedem Behruz Bey İsviçre’den getirdiği çikolataları dönemin padişahlarına ikram etmiş ve oldukça övgü almış. Çok beğenilen bu hediyeden sonra dedem padişah tarafından şerbetçi başı ilan edilmiş ve ömrünün sonuna dek çikolata ile hemhal olmuş. Tabi o dönemde sadece içecek olarak tüketiliyormuş çikolata. Aynı zamanda üst düzey konuklara ikram edilen önemli bir tat imiş. Silsile yoluyla babama dek ulaştı çikolatacılık mirası. Ondan da bana. Markalaşmamızın akabinde firmamız ve ürünlerimiz hemen hemen her hanede bilinir oldu. Ama zaman geçti, devir değişti, biz unutulduk efendim. Baktık sadece çikolata üreterek devam edemiyoruz, farklı ürünler üretip eski bilinirliğimizi geri kazanmak istedik. Hemen işe koyulup Ar-Ge ekibimizle Abur Bisküvilerini piyasaya sürdük. Akabinde ürettiğimiz Cubur Gofret ise pazara kazandırdığımız bir diğer ürün oldu. Biz yeni ürünlerimizi epey beğenmiştik. Halkın da beğeneceğinden hiç şüphemiz yoktu. Birkaç pahalı reklam ve reklam yüzü ile ürünümüzü piyasaya arz ettik. Bir heves ve beklentiyle arz ettik etmesine de beklediğimiz talebi göremedik. İçinde bulunduğumuz hali müzakere ettiğimiz bir toplantıda çalışanlarımızdan birinin, “Ürün ambalajlarımız biraz daha albenili, ilgi çekici olmalı Efendim,” teklifine hak verdim. Akabinde önemli tasarımcılara ulaştık, ivedilikle çağı yakalayacak paketler tasarlamalarını istedik. Hiçbir masraftan kaçınmayacağımızı da özellikle belirttik. Öyle de oldu. Anlaşmamızın üzerinden çok geçmeden birkaç ambalaj örneğini bize sundular. Tasarımların hepsi birbirinden güzeldi. O sırada yine çalışanlarımızdan birinin sunduğu, “Efendim her bisküvi paketine bir mesaj iliştirelim, okuyana sürpriz olsun,” fikri de tüm yönetim kurulu üyeleri tarafından beğeniyle karşılandı. Müşterilerimiz ambalajı açılması gereken yerden açınca sürpriz bir şekilde mesaj ile karılaşacaktı. Mesela birinde, “Padişahlara layık:)” bir diğerinde “Behruz Bisküvi, sizin için.” bir başkasında ise “Afiyetle.” yazacaktı. Bir sürü güzel mesaj, iyi dilek, anlamlı söz. Ambalajlar tasarlandı, her biri birbirinden güzel mesajlarla dolu ürünler piyasaya sürüldü. Fakat yine istediğimiz sükseyi yapamamış, olumlu tek dönüş alamamıştık. Daha ne yapacaktık efendim? Yaptığımız saha araştırmalarında gördük ki halkımız ürünleri açılması gereken yerden açmıyor, dolayısıyla içerisine iliştirilen mesaj ile karşılaşmıyormuş. Ambalajları ya anahtarla ya dişleriyle ya bıçakla ya da başka bir aletle açıyorlarmış. Sıktığımız son kurşunumuz da hedefi bulmamıştı. Çok üzülmüştüm, öfkelenmiştim. Öfkemi gelen ağır faturalar, reklam giderleri, tasarım ücretleri arttırmış, artık iyiden iyiye şirketimizin bir ayağının çukurda olduğunu derinden hissetmiştim. Batıyorduk ve suçlusu biz değildik. Öfkeden uyuyamadığım gecelerin birinde düşündüm intikam almayı. Basitti, belirlediğim süpermarketlerde bizim ürünlerimizin satıldığı reyonlara birer eleman yerleştirecektim. Bu elemanlar ürünlerimizi alan müşterileri takip edecekti ve ürünlerimize layığıyla davranmayanları bana getirecekti. Yaptım da. Gün ağardığında ilk işim bu projemi hayata geçirmek oldu. Her gün ambalajlarımızı açması gereken yerden açmayan birileri getiriliyordu ve ben icabına bakıyordum. İçim soğuyor diyelim. Tabi bunun yanında yedikleri son yemeğin bizim ürünlerimiz olması tarif edilemez bir haz.

***

Çok zaman geçmeden lüks bir Mercedes bana doğru yaklaştı. Dizel motor sesine aldanmıştım. Bu adamlar basbayağı zengindi. Arabadan önce iki tane ızbandut, sonra elli altmış yaşlarında bakımlı, üstü başı -algılayabildiğim kadarıyla- düzgün bir adam indi. Adam bana doğru yaklaşırken yavaşça doğruldum. Ayağa kalktığımda yaklaşan adamın gölgesinin arkasına düştüğünü fark ettim. Güneş batıyordu. Bu benim için çok iyi bir haberdi. Daha iyi haber ise adam doğudan -doğunun insanları iyi olur derler- gelmişti. Adam yavaş adımlarla yaklaştı ve kibarca, “Merhaba ben Cenker, Cenker Behruz,” dedi. Merhaba demeye kalmadan elini iç cebine uzattı. Cebinden bir ambalaj çıkarttı. Ambalajı bir ferman gibi nazikçe açtı. Yaklaştı, ambalajı kaldırıp göz hizama yaklaştırdı, “Oku!” dedi. Ambalajda küçük harflerle, “Hayırlı Ömürler, Bol Gülüşler” yazıyordu. Dudaklarımı kıpırdatarak sessizce okudum. “Sesli oku!” dedi. “Hayırlı Ömürler, Bol Gülüşler” dedim. “Yüksek sesle oku!” diye gürledi. “HAYIRLI ÖMÜRLER, BOL GÜLÜŞLER” dedim. “Gül,” dedi. Gözlerimi ambalajdan ayırıp, “Hayırdır dayıcım?” minvalinde yüzüne bakmak istedim ve alnımın ortasına doğrultulmuş namlu ile göz göze geldim. “Gül,” dedi nazikçe gülümseyerek. Güldüm. BAM!


Serdar Gün

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page