top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sibel Oğuz- Kayıp

Aklımın nerede olduğunu soruyorlar. Evde, işte yazdığım hikâyede, açmayan menekşemde, bir karış havada... Gözüm ise duvardaki hemşirede.

Hişşşşt! Cansız varlıklar canlı varlıkları susturabilir mi? Bu görüntü, bu ilaç kokuları, bu sonbahar bana savunmasız çocukluğumu bir yerlerden buldu getirdi. Zihnimin bitmeyen oyunları. Oyna dur ya da sadece oyalan.

Sol kasığımı yoklayıp geçen bir ağrı yerleşmek için fırsat kolluyor. Ateşim otuz dokuz derece. Kırk olursa geceyi hastanede geçirmek zorunda kalacağım, doktor söyledi. İtiraz istemiyorum, dedi. Hastanelerde konuşulmayacağını yıllar önce öğrenmiştim. Başımı tamam anlamında salladım. Resmi daireler koşulsuz itaat gerektirir, derdi babam. İnsan küçükken öğrendiklerini kolay unutmuyor.

Kasabadaki sağlık ocağındayım. Ayağımda yeşil plastik kunduralar. Babam ticaret için gittiği Antep'ten getirmiş. Anneme ise püsküllü eşarp. Pembe güller var üzerinde. Düğünlerde takıyor. Ben de öyle. Bir de sağlık ocağına giderken giyiyorum. Annem çıkmadan uyarıyor, dönünce yerine kaldır. Henüz gitmeden dönüş planı yapmak moralimi bozuyor. Hevesim kursağımda...

Döner dönmez ilk işim resmi bir seyahat olmadıkça giyemeyeceğim yeşil kunduralarımı yerine kaldırıp gündelik terliklerimi giyinmek.

Doktorun elinde sivri bir alet. Dişimin derinliklerine uzatıyor. Midem bulanıyor. Kusma ihtimaline karşı doktor şeffaf bir poşet uzatıyor. Keşke siyah olsa diyorum. Demiyorum, içimden geçiriyorum. Sağlık ocağında neremin ağrıdığı sorusuna cevap vermenin dışında söz hakkı tanınmaz. Annemin tembihleri ve yolda gelirken babamın uyarıları geliyor aklıma. Doktor sormadan konuşma! Bu uyarıları hatırladığımdan sebep içimdeki isteğime karşı çıkarak susuyorum. İç sesimi yönetme konusunda bir yetişkin kadar becerikliyim. Doktor sormadan konuşma!

Elimde şeffaf bir poşet. Annem naylon torba, diyor. Yıkayıp yıkayıp kullanıyor. Bazen kapının önündeki çamaşır ipine asıyor kuruması için. Rüzgâr vurdukça poşetin karnı şişiyor. Şekilden şekile giren poşet bir klarnete dönüşüyor. Ardından rüzgârın bir yerlerden getirdiği çalıntı bir müzik başlıyor. Anlamıyorum fakat bu garip çalgı aleti beni mutlu ediyor.

Derin bir sessizlik içinde ağrılarımla baş başayım. Bedenim hastane odasında, ruhum ise kasabadaki sıvaları dökülmüş sağlık ocağında geziyor. Ürkek ve söz dinleyen çocukluğum diyerek iç çekiyorum. Hemşire, elinde koca iğneyle odaya giriyor. Kalçanızı açın, diyor. İğnenin acısını iliklerime kadar hissediyorum. Ağrımın birazdan azalacağını söyleyerek odadan çıkıyor. Yeniden yalnızım ve yeniden sağlık ocağındayım.

“Hadi,” diyor doktor, "işimi zorlaştırma. Ağzını büyük aç." Kocaman aç dese sevineceğim ama çocuk dilinden anlamadığı kesin.

Babam dışarıda beni bekliyor. İçeriye girmesi yasak. Bizim kasabada kimse psikolojiyi bilmez. Ağrıyan diş çekilir. Bebekleri ebeler doğurtur. Kunduralar özel günlerde giyilir. Güneş genellikle öğleden sonraya kalmadan çeker gider.

Doktor, bütün konuşma hakkının kendisine verilmiş olmasının rahatlığıyla dişlerimi düzenli fırçalamadığımı söylüyor.

Ağzım açık, gözlerim kapalı, zihnim ikisinin ortasında bir yerde. Geçen hafta şehir kütüphanesinden gelen hikâye serisinden payıma düşen “Gezginci Kız”ı düşünüyorum. Poşet elimde. Az sonra ağzımda kıyamet kopacak. Annem, kardeşime doğum yaptığında, insandan bir parça koptu mu o senin kıyametin olur, demişti. Öyle.

Yeniden öğürüyorum. Doktor ses tonunu ayarlama konusunda bana göre başarılı değil. Sinirli ve alçak bir sesle salondaki hasta sayısını hatırlatıyor. Babam hasta değil, diyorum. Konuşmamam gerektiğini hatırlayarak bakışlarımla özür diliyorum. Sıvaları dökülmüş duvardaki gülen kızın resmine bakıyorum. Bu odada uyumsuzluk diye bir gerçek var. Kızın dişleri çok beyaz. Beyazın çoğu olur mu bilmem. Dişleri birbirine eşit. Gülüşü kusursuz. Ben, yamuk dişlerimden ötürü okulda çoğunlukla gülüşümü ellerimle kapatıyorum. Gizlice gülmek en güzeli. Dişim aldığı darbeyle sarsılıyor. Korkuyorum. Babamın dışında beni nelerin beklediğinden habersizim. Gözlerimi duvardaki gülen kızdan çekiyorum. Kafamın içinde gezginci kız dolaşıyor. Ayakları yok, ayak sesleri de. İnsanın bir parçası koptu mu kıyametin, ya iki parça?

Gezginci kız gün boyu pencerenin önünde oturup gelen geçeni izliyor. İçinde yer çekimine karşı büyüyen bir öfke var. Zamanla bu işten sıkılarak uzaklara gitmeye karar veriyor. Bedenini yanında götüremeyeceğinin farkında. Annesinin olmadığı bir gün patenlerini giyinerek buzlar şehrine gidiyor. Orada onu bekleyen buzdan figürler ve heykeller var. Gezginci kız, heykellerin yaşça küçük, boyca büyük olanına aşık oluyor. Kalbi ilk defa bu kadar hafif. Fakat beklenmedik bir anda güneş çıkıyor. Şehir sular altında, kelebeklerin kanatları ıslak...

Dişim yeniden sarsılıyor. Ayrılmaya niyeti yok belli ki. Poşeti uzatıyor doktor. Kustum, kusacağım. Pencereden giren rüzgâr elimdeki poşeti şişiriyor. Gezginci kız pencerenin önünde. Kısa bir süreliğine rollerimiz değişiyor.

Evimizin önündeyim. Annem yıkadığı naylon poşetleri ipe sermiş, ince ve şeffaf. Rüzgâr estikçe poşetin karnı şişiyor. İçine giriyorum. Güvenli alanım. Birlikte uçuyoruz. Yeşil kunduralarım ayağımda. Çamur değmemiş. Annem kızmayacak. Bir yamacın tepesine düşüyoruz. Poşet teyyare, ben pilot. İstediğim yere uçacağım. Bulutların arasına karışacağım. Ayaklarım yerden kesilecek. Yeşil kunduralarıma çamur değmeyecek. Gezginci kız olacağım. Ruhun ayaklara ihtiyacı var mı?

Bedenim doktorun odasında, deri koltuğun üstündeyim. Ayaklarım karnımın hizasında. Ruhum diş yanığı kokan bu odayı çoktan terk etmiş. Başka türlü acılarla nasıl baş edilebilir?

Bulutların arasında güneşi görüyorum. Güzelliği karşısında gözlerim kamaşıyor. Ona yaklaştıkça teyyarem büzülüp küçülüyor. Bazı güzelliklerin bazı tehlikeleri barındırdığı muhakkak. İbrahim peygamberin bitmeyen sorgusu geliyor aklıma. Sen Tanrı olamazsın! Evet, Tanrı kimseye zarar vermez, hele karşısındaki bir çocuksa.

Teyyarem, sıcağın etkisiyle giderek güç kaybediyor. Şimdi ruhum da bedenim kadar boşluk içinde. Güneyden esen rüzgâr hacmi küçülmüş poşeti savuruyor. Yere çakılıyorum. Ağzımın içi kan dolmuş. Dudağımın kenarından sızıyor. Pat, pat, pat! Üç damla kan yeşil kunduramın üzerinde. Bedenime ait akışkan bir sıvı. İşte şimdi kıyametim kopuyor. Ağır ağır, acele etmeden. Acılar mutluluğun aksine neden uzun sürer? Zaman beni kuşatmış, bilinmezliği sürüklüyor. Bağırmak istiyorum. İlk defa ortak bir noktada buluşan annem ile babam karşımda. Doktor sormadan konuşma, diyorlar. Gözlerimi siliyorum. Bir yanılsamadan ibaret ailem kayboluyor. Küçük parçam, azı dişim bütün vücudumu etkisi altına almış. Başım zonkluyor. İçinde birçok şeyimi sakladığım kalbim ilk defa benden şikâyetçi. İlk defa bana sesini yükseltiyor. Yolunda gitmeyen şeyler var anlaşılan. Sağ tarafta kenarları sararmış kan izleri olan beyaz, yuvarlak bir lavabo var. Az beyaz ya da kirli beyaz. Beyazın kirlisi olur mu bilmem. Tükür, diyor doktor. Pet bardakta su uzatıyor. Bu hareketinde az da olsa bir uzlaşma seziyorum. Kunduramdaki kan, ele geçirme arzusuyla giderek büyüyor. Bu görüntü karşısında acım ikiye katlanıyor. Resmi günlerimin kanla biten sıcak savaşı.

Bir bardak su, bir ağız dolusu kanı temizler mi? Böyle olmayacağını ikimiz de biliyoruz. Doktorun elinde beyazlığından emin olduğum koca bir parça pamuk. Ortalık kan revan. Doktor kıyametin enkazını nasıl kaldıracağını düşünüyor. Köklü bir dişin suçlusu benmişim. Alnımda birkaç ter damlası. Beni zorladın ama bağırmadın, diyor doktor. Babamın tembihi, annemin uyarısı aklımda. Doktorla lades oynanmaz.

Bir damla yaş düşüyor kunduramın üzerine. Kan lekesi son darbeyle büyüyor. Gözlerimde karartılar var. Annemin yıkadığı poşetler mandaldan kurtulma derdindeler. Ben ise bu odadan çıkmanın yollarını arıyorum. Saate bakıyorum, geçen altmış beş dakikanın galibi kim? Tuzlu ve suskun dilim bir çukura düşüyor. Karındaki boşluk ile ağızdaki boşluk aynı şeyler mi? Ha anne!

Sandalyeden kalkıyorum. Babamın bekliyor oluşu tek umudum. Annem kızacak. Kunduraları bu hâliyle yerine kaldıramam. Kan lekesi çıkar mı? Doktor son kez gözlerini gözlerime dikiyor. Yüzündeki ifade bana hiç bir itiraz hakkı bırakmayacak belli ki. Yanlış dişini tarif etmişsin, diyor. Parçalara bölünmüş dişim avucunda. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Yok bağırmıyorum, aksine susuyorum. İçimdeki bahçenin duvarları yıkılıyor. Can çekişiyor karıncalar... Gezginci kızın ayakları sıkışıyor. Kesik ayaklarının acısı ile hiçe gitmiş bir dişin acısı aynı mı? Kimin kıyameti daha büyük? Buna İbrahim peygamberin ve benim iman ettiğimiz Tanrı karar verecek.

Koridordan gelen ayak sesleriyle irkiliyorum. Saate bakıyorum, eve gitmek için hâlâ vakit var. Alnıma elliyorum, tenimin sıcaklığı bu düşüncemi boşa çıkarıyor. Anlaşılan geceyi burada geçireceğim. Kapı sonuna kadar açılıyor. Doktor giriyor odaya. Nasılsın diye sormuyor. Hatta hiç soru sormuyor. Bu defa konuşabilirim. Annem ve babamın sesi kulağımda. Doktor sormadan konuşma. Apandisitiniz alınacak, diyor. Hemen şimdi. Yetişkin olmam itiraz hakkı tanımıyor. Bazı şeyler ebediyen değiştirilemez. Gözümü duvara çeviriyorum. Hemşire düşüncelerimi doğruluyor. Hişşşt!

Birazdan kopacak kıyametimi düşünüyorum.


Sibel Oğuz


1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page