top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sibel Oğuz- Söylemek Kolay Ya Susmak

Yenilginin bir zafer olduğunu üst üste kaybettiğim oyunlarda anladım. Diktiğim bayraklar gökyüzüne uzak, yere yakın bir yerde dalgalandı durdu. Altında komünizme övgüler yükseldi. Sahte dünyayı taşladılar. Ben ise sessiz köşemde öylece kaldım. Hiçbirinden taraf tutamadım. Korktum. İnsan en çok korkularına yenildi. Ya ben?

Berat, Beraat, Beraaat!

Duymadığımda, gerçeği itiraf etmem gerekirse işitmek istemediğimde adım uzar gider. Bilmezler dünyaya kulak tıkadığımı. Nereden bilecekler?

Sanıldığı gibi uzun boylu değilim. Bu yüzden yükseklere olan hayranlığım, rüyalarımda dağlarla boy ölçüşmem. Öyle can alıcı kara kaşlarım yok. Gözlerimin ise derinliğinin olmadığını söylüyorlar. Hâlbuki içimdeki kuyulara kaç kez düştüm. Kaçında sakatlandı ayaklarım, kaçında dizlerim yaralandı.

Biz üç kardeşiz. Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi güçlü bir baba ile onun her dediğine evet diyen bir annenin üç aslan oğlu. Yok yok, iki aslan, bir deve. Bir ağabeyim bir de kardeşim var. Kaçıncı olduğumu tahmin etmişsinizdir. Ailenin ortanca çocuğu olmak, hiyerarşide hiçbir vasfın olmadığı anlamına gelir. Ağabeye saygı duyar, kardeşi idare eder, kendinizden neleri verdiğinizi çok sonra anlarsınız. Ağabeyim 1.85, kardeşim ise 1.87 boyundalar. Huyları da boyları gibi benzer. Onlar iktisattan konuşur, ben ise edebiyattan. Onlar paranın getireceği güce inanırlar, ben de mutluluğun masallarda olduğuna. Diyeceğim o ki fidan bahçesinde bodur bir ağaç olmak, doğanın ihtişamlı görüntüsüne aykırı gelse de gerçekleri ortadan kaldırmıyor ne yazık ki.

Küçükken annem, benim de boyumun uzun olduğunu söyleyerek bütün suçu kamburuma yüklerdi. Esas olan suç muydu yoksa suça iten nedenler mi? Bunun cevabını ikimiz de biliyor ve susuyorduk. Yani her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. En azından annemin açısından öyleydi. Annemin istemediği bir zaman diliminde varlığımla onu rahatsız etmemin bedelini sırtımdaki ağırlıkla ödüyordum. Habersiz misafiri sevmeyen annem, bana hamile olduğunu öğrenince ağabeyimin gelişiminin gerileyeceğinden korkarak beni, küçük hücreyi, karnından atmanın yollarını aramış. Kan sulandırıcılar içtikçe katılaşmış rahmine yapışmışım, kaslarım ise sırtıma. Ne zaman cesaretimi toplayıp annemi karşıma almak istesem, rahmetli babaannem dikiliyor karşıma. Aman ha oğul... Ona verdiğim sözden ötürü susuyorum. Ben susuyorum, ellerim konuşuyor. Annem, "Eşyalarla alıp veremediğin nedir? Adını Berat koyacağıma Celal koymalıydım," diyor. Söyledikleri bununla sınırlı değil elbette. Söylemek kolay tabii, ya susmak...

Çatışmamızın şiddetlendiği bir gün birkaç anlamlı cümlenin ardından ağabeyimin de bu yollardan geçtiğini hatırlatarak ergenliğime lanet okudu. Ben de onun karnına düştüğüm güne saydırdım. İçimde susturamadığım gizli bir özne vardı. Annem işlediği günahın kefaretini sözüm ona adımla ödeyecekti. Berat, ya Beraaat! Ağabeyim ve kardeşim için annem çok şey ifade etse de bendeki karşılığı tekti, potansiyel katil!

Samimiyet tam olarak neydi? Beni yok etmeye çalışan biriyle -sebebi ne olursa olsun- sağlıklı bir ilişki kurmak mı? Geleceğime yön veren geçmişimi yok saymak mı? Annem sık sık başarı hikâyelerinden örnek verse de bizim hikâyemiz en başından yazılmıştı. Hiçbir satırı yer değiştiremezdi.

Ağabeyim üniversiteyi kazanmış, ben lise son sınıf, kardeşim ise lise ikide okuyorduk. Benzer tarafımız olmamasına karşın konu basketbol oldu mu işin rengi değişirdi. Okul çıkışları evimize yakın mesafede olan basketbol sahasına giderek saatlerce oynar, topu boyumun yettiği kadarıyla yükseğe atar, potadan geçişini coşkuyla seyrederdim. Kendimi kaybettiğim, daha doğrusu kendimi bulduğum tek alandı bu saha. Yalnız burada unuturdum sırtımdaki ağırlığı, boyumdaki kestirme yolu, tümseği, ceketimin altına sakladıkça büyüyen kıraç tepeyi, o tepeye açılan vadileri.

Bu sıralar düşüncelerimi bölen biri var, Gül. Evimizin çaprazında oturuyor. Bakışlarına ne gizler sığdırmış. Çözümsüz, anlamlı. Onu her gördüğümde kalbim, kafesine sığmayan bir kuşa dönüşüyor. Pencereye çizdiği yarım kalpler arasında bana ait bir şeyler arıyorum. Bu günlerde her şeyi üzerime alındığım doğrudur. Annem, pencereden sık sık baktığımdan şüphelenmiş olacak ki aralı perdeleri kapatırken imkansızlığın kitabının yazılmayacağını üstü kapalı anlatıyor. Yüreğime de tümsek atma derdinde belli ki.

Cuma günü son dersimiz seçmeli, değerler eğitimiydi. Beklemedim. Sahaya koştum. Ağabeyim bu sıralar bana eşlik edemiyor. Kendince geçerli bir sebebi vardır muhakkak. Kardeşim ise ergenliğin büyüsüne kapılmış. Anneme kalırsa benden bulaşmış.

Sahaya gittiğimde etraf sessizdi, istediğim gibi. Fark etmeden bir böcek ezdim. Kanatları lacivertti. İçimdeki öfkenin yankısı ayakkabımın altında son bulmuştu. Hayıflandım. Topu ne kadar yükseğe attıysam potadan o kadar uzaklaştı. Evet, bazı hareketlerimin sonucunu kestiremiyordum. İlk defa anneme hak verdim. Basketbol sahasından ayrıldığımda karanlık çökmek üzereydi. Geciktiğimin farkına vararak adımlarımı hızlandırdım. Eve gidip duş alacağım, annem banyonun kapısında dikilecek. "Sahada neden yıkanmıyorsun, terin sırtında kuruyor," diyerek benim için kaygılandığını ispatlayacak. Odama geçeceğim, Gül'ün ince parmaklarını saçlarının arasından kayışını düşüneceğim. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme belirecek. Gül, her şeyden habersiz bana anne şefkatiyle yaklaşacak. Önümdeki arabanın korna sesine irkildim. Kahretsin, en sevdiğim araba, siyah renk. İnsan sevdiklerine hep uzaktan bakmakla mı yetinir? Şoförün ikazına ses etmedim. Suçlu bendim. Yalnız ben mi? Gül'ün suçu yok mu? Olmadık bir anda zihnimi bulandırıyor, kırmızı ışıklar yanıyor kafamda.

Yolumun üzerindeki spor salonunun önünden geçerken duraksadım. "Boy uzatılır." Daha evvel güzellik salonlarının camlarında "saç ekilir" yazısını okuyunca şaşırmış, insan doğuştan kel ise yapılacak bir şey yoktur demiştim. Konu kendim olunca düşüncelerim yumuşadı. Gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatlere inanarak inanmanın bir ihtiyaç olduğunu anlattım kendime. Aklım kabullenmedi, geri durdu. Doğrusu ileri atıldığına tanık olmadım bu yaşıma kadar. Sustum. Kendinize söyleyecek sözünüz kalmadığında kolay olanı seçersiniz. Baktım olmuyor, düşüncelerimle aklım çatışıyor, kendimle alakalı keşifleri durdurdum. Annemin zayıflayan cesareti almak üzere olduğum kararla güç kazandı. Paranı yalan dolan işlerde heba etme. Bu kesin ifade tartışmaya kapalıydı. Derin nefes aldım, zihnimde dağılan sözcükleri topladım. Ya senin heba ettiklerin, diyecek oldum. Babaannem beyaz tülbentiyle karşıma dikildi. Yutkundum.

Ağabeyim hem okuyor hem de bir ajansta mankenlik yapıyordu. Siyah takım elbiseler, uzun boyuna çok yakışıyordu. Her ne kadar içinde bulunduğum durumda ağabeyimin rolü büyük olsa da bu, ona hayranlıkla bakmama engel değildi. Kız arkadaşı vardı. Bana söylememişti fakat bazı hareketlerinden ve yüzüne konan mutluluktan anlıyordum. İnsan âşık olmaya görsün, olur olmaz şeylere güler de güler.

Ağabeyimin sahip olduklarının hepsine değilse de ki bu mümkün değil, bir işim olabilirdi. En azından babamın verdiği harçlığın hesabını yapmaktan kurtulabilirdim.

İnternete iş ilanı yazdım. Renkli bir sayfa çıktı karşıma. Tuhaf kıyafetler, şapkalar ve tabii maskeler. Şu şu özellikte palyaço aranıyor, yazıyordu. Gülmeyi beceremeyen ben, başkasını güldürmeyi başarabilir miydim? Evdekilere söylemedim. Alacağım tepkileri biliyordum. Annem açısından bu kolay olmayacaktı. İşimin ne gelecek vaat eden bir tarafı ne de sosyal çevresine övünerek anlatacağı bir yanı vardı. İyisi mi gizli tutmak. Yüz yüze görüşmek için verdikleri adrese gittim. Duygularımı yönetemediğim gibi kalbim de kontrolden çıkmıştı. Atışlarına engel olamıyordum. Kendine yabancı, yüreğine yabancı, annesiyle hiç tanışmayan Berat! İçeride beni bekleyen kalın bıyıklı biri vardı. Söyledikleri yüzündeki ifadeyle ters düşüyordu. Birkaç soru cevabın ardından kabul edildim. Asimetrik fiziğim işe alınmamı kolaylaştırmıştı belli ki. Düğünlerde, toplantılarda çocukları eğlendirecektim. Maaşım asgari ücretin yarısı, öğlen yemeği şirkettendi.

Ertesi gün hepimiz için anlamı olan cumartesiydi. Evde birtakım hazırlıklar vardı. Annem arkadaşlarıyla Şile gezisine, babam balık avlamaya, kardeşim basketbol maçına gideceklerdi. Ağabeyim akşam düğüne gideceğini söyledi. Görünüşe bakılırsa ağabeyim için bugünün önemi büyüktü. Benim için de öyle. İlk görevime Büyükada’daki düğünde başlayacaktım, heyecanlıydım. Bir saatlik deniz yolculuğun ardından mekâna gittim. İki saat sonra düğün başlayacaktı. Elime siyah bir torba verdiler. İçinde kıyafetlerim vardı. Kırmızı şalvar, mavi cepken yelek ve koca bir burun. Annemin küçükken anlattığı Pinokyo masallarını hatırladım. O zamanlar her dediğine inanırdım annemin, bir de yalanın sadece masallarda söyleneceğine.

Davetliler salonu doldurmak üzereydi. “Savrulur Saçlarında Hayat” şarkısı çalıyordu. En sevdiğim. Begonviller adaya özgü bir serinlik bırakıyordu içeriye. Çoğunluğu beyaz elbise giyinmiş kız çocukları ve papyonlu erkek çocuklarını oyun odasına almak için masaları dolaşıyordum. Ön koltukta arkası bana dönük bir çift ilgimi çekti. Ceket tanıdıktı. Öne doğru ilerledim. Ağabeyim siyah takım elbisesiyle dikkatleri üzerine çekerken, benim gözüm yanındaki kıza kilitlenmişti. Ayaklarım yere basıyor muydu bilmiyorum. Ağabeyimle göz göze geldik. Cebinden çıkardığı bozukluğu bana uzattı. O sırada pencereden esen ılık rüzgâr ağabeyimin boşluğundan yararlanarak Gül'ün saçlarında dolaşıyordu.


Sibel Oğuz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page