top of page

Öykü- Sinem Deniz Kılıç- Atsal Titreşim

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 8 Tem
  • 5 dakikada okunur

At arabası kullanmayı bildiğimi bilmiyordum, zaten kullanamıyormuşum. Atlar enteresan hayvanlar. Dört bacakları olduğunu, hızlı koşabildiklerini ve hatta yolunuz ganyan bayiine düştüyse tahmin edilemez olduklarını bilirsiniz. Benim sorunum burada başlıyordu. Anlaşılmazlıklarını onların gözlerine baktığınızda hissedersiniz. Dokunduğunuzda hayvandan çok tanrısal bir varlığın, belki maddenin beşinci halinin titreşimini yaratması baş döndürücüdür.

Dizginler adeta ellerimin devamıydı. Kendime çekmek için uyguladığım kuvvet yetmiyordu ve köpüklü dalgalara tek koşum kalmıştı. Güneş tam tepedeydi. Hem beni hem atları kör ediyordu. Deniz ayna gibi ışıkla doluydu. Araba üçümüzü de aşağı çekecek, boğulacak mıydık? Sonu gelen her insan gözlerini kapattığında kendisine doğru yaklaşan acıdan kaçabileceğini düşünür, ben de öyle düşündüm.

***

Uyudum uyuyacaktım artık. Bacağımı cimcikleyerek dinç kalmaya çalışıyordum. Zeval saati çoktan aşılmıştı. Uzun, ceviz masanın etrafında üniformalı beş defterdar oturmuş, iki de bir limon kolonyası dökünen nişancının keyfi uzatmalarını dinliyorduk. Her cümlesinin sonunda bana dönüp kendisini tasdikletme haliyle kafa sallıyor, ‘ayağını denk al’ diyordu. Beytülmal’daki az sayıda kadın bile etlerini sızlatıyordu. Bizi erkeklerden ayıran tek şey takımın üstüne geçirilen ince tüldü. Özellikle resmî kurumlarda çalışan herkes uçları kıvrık pala bıyığa sahip olmak zorundadır. Eğer kadınsanız ya da köse bir erkekseniz bu işin de ticari zinciri kurulmuştur: takma bıyıklar. Eşim Selim Efendi de pek pos bıyıklı sayılmazdı. El işçiliği sandığı sentetik kılları buruyor, yanımdaki yüksek sırtlı ahşap sandalyede hafifçe ileri geri sallanıyordu. Düşüp de beni şu fes beyinli nişancı Gülhür Efendi’nin yanında güldürmemesi için gözlerimle yalvardım. Neyse ki şehre yeni gelmiş defterdarlardan biri gafletle esneyince nişancı aniden arkasını dönüp çıktı. Huyu böyleymiş dediler, hemen bozuluverirmiş, üstüne düşmedik. Eşim ve hem meslektaşımız hem de kuzen Sarpcan Efendi ile binayı ortalayan, içteki siyah damarlı beyaz merdivenleri fısır fısır söyleşerek indik. Kendimi tutmaya çalışsam da nişancı Gülhür Efendi yeni kasketiyle elime koz vermişti. "Neyse ki kasket çağına girebilmiş."

"Bize yetişmesine daha iki asır var desene." Girdiğim kolunun dirseğiyle ufakça dürttüğünü sanan Selim Efendi yüzümdeki acıyı görünce, "O kadar mı kötüydü?" dedi.

"Söylediğin değil gösterdiğin biraz ağırdı," deyip karnımı tuttum. Eşim kendini ufak tefek bir adam sanırdı, şakalaşırken elinin kolunun yerini bilemezdi. Alçak tavanlarda kafasını çarpar, oğlanın peşinden kaydıraktan kaymaya çalışırken daha tepesinde sıkışır kalırdı. Bana da ömürlük seyirdi, az önceki hariç. Gönül almasını beceremediğinden kendisine sinirlenip bana patladı. "Az kayım dursan, reflekslerin sıfır." Acele acele çıkışa doğru giderken Gülhür Efendi bizi durdurdu.

"Biraz ağır olun efendiler." Her mimiğiyle varlığıma ya sabır çektiğinin altını çizerek önümüzden çekildi. Dışarıdan gelen kavrulmuş çekirdek kokusu bu gül yağlı limon kolonyası karışımını unutmama yetti. Eve gidip terasta keyif yapmanın hayalini kurarken iki kanatlı beyaz boyalı ahşap kapı hızla açıldı. Gözü çapaklı biri belirdi. Üzerinde eskiden beyaz olduğu kahve lekelerin yayılmadığı yerlerden belli, ince dokumadan bir gömlek vardı. Orta yaşlı evsiz aniden ayağıma yapıştı. "Sen götüreceksin beni he mi?"

Her şeye rağmen güçlü kuvvetli olduğu yenine sığmayan kollarından belliydi. "Götürürüm de neyle götüreceğim?"

Eşimin, "Nereye, bu kim, eve gitmiyor muyuz?" sorularının arasında üç basamağın dibindeki bir çift atın çektiği arabayla büyülendim. Önde iki küçük, arkada büyük lacivert tekerleklerin üzerine oturtulmuş bordo kasanın tepesine bronz işlemeli, siyah ketenden güneşlik geçirilmişti. Genellikle dairedeki başkan ve yardımcıları için tesis edilirlerdi veyahut çok acele ihtiyaç durumunda diğer çalışanlara saatlik ücretiyle zimmetlenirdi. Uzun zamandır mavi dolmuş haricinde çok az araç kullanıyor, çoğunlukla yürüyorduk. Eskiden herkesin özel uçağı varmış, neyse ki artık sadece devlet başkanları kullanabiliyor, oksijenimizi koruyabiliyorduk. Ne de olsa önemli işlerde greenpeace aranmaz.

Evsiz, virajdaki yüksek, taş duvara yasladığı içi çadır, çuval dolu römorku işaret etti, "Hah işte onu getirip buna takalım." Römorkun dışı siyah üzerine beyaz barok süslemelerle bezeliydi. Şimdiye kadar Romanı evsiz sandığım için utandım. Ayağıma kapanmasından taşıtmak istediği şeyde şüpheye düşmüştüm, bilemezdim. "Ama bu nasıl bağlanır? Hem daire bize at arabasını öylesine vermez, ücreti ne olacak?"

Titrek, mora lekeli, yaraları kabuklanmış elleriyle kiremit rengi ekoseli pantolonunun ceplerini karıştırıp dürülü yirmi lirayı beyaz astarla birlikte çıkardı. "Seksen liradır saati, daha uzun sürmez." Parayı burnumun dibine sokup diğer avcunu Selim Efendi’ye uzattı.

"Aman ne iyi, eşimi alıp nereye gidiyorsun bilmiyorum. Hem de tek evden iki kişilik para veriyoruz!" Bizim efendiyi hızlı hesap yetkinliğinden almışlardı işe.

Sarpcan Efendi yuvarlak merceklerinin ardında iyice büyümüş gözleriyle, kapıda sıkışmış olanı biteni izliyordu. Bu ücretin benimle ne ilgisi var, bile demedi. Beyaz, apaş yakalı gömleği, obsidyen taklidi kol düğmeli siyah ceketiyle eskilerin gelin almasındaki damatlar gibiydi.

Onlar vezneye ödeme yapmaya giderken "sabırlı ol" diye diye kaldırımdan parke taşlarını tıkırdatan masalımsı yaratıkların yanına varmıştım. Kısrağın gri sık yelesini okşadım; bir bütün olarak yumuşak ama tek tek kalın teller. Uzun kirpiklerinin arasından ela irisimin tüm kriptolarını gezindi. Konuşuyor muydu benimle? Kestane aygırın burnundaki serçe parmağımla kapatabileceğim beyaz lekeye dokundum, kadife bir sıcaklık aktı. İçimdeki taş aniden çatladı. Deli bir rüzgâr ayaklarımı yerden kesti. Kalbimin sesine kulak kesildi çarşıdakiler. Karşımızdaki aktardan sabun alan yaşlı kadın dükkân sahibine beni gösterip bir şeyler söyledi. Bizimkiler ve Roman telaşla koşup kapıda birbirlerine takılmışlardı. Selim Efendi'nin iki eli havada, "Dur, bekle," diyordu. Tabii ki koltuğa atlamamla dizginleri şaklatmam bir oldu. Virajı römorka sıfır aldık. Yokuş aşağı giderken rüzgâr kıvırcık saçlarımı ütüledi, perçemlerim görüş alanımı daraltıyordu. Burnumun altındaki kıl öbeği terden kaşındırmaya başladı. Düşüncelerim denizin köpüklerinden gözümü alan ışıkla dağıldı. Bugünü bekliyorlarmış meğer. Bu koşmak değil, uçmaktı. Kontrolün bende olduğunu fark ettiğimde erimiş altın kadar sıcak, parlak kumlara geldik. Yosun kokusundaki ılıklık ciğerime doldu. Artık atların nabzını da duyabiliyordum.  Ön ayakları suya değip arka ayakları ani frenle kaydı. Sola doğru manevra yaptık. Kollarım mı yelelerle bütünleşmişti, dizginler mi ellerimin devamıydı, şaşkındım. Yolun altındaki çamurlu arsaya yöneldik. Bazı yerler kaskatıydı, amortisör olmadığı için hoplatıyordu. İnişli çıkışlı gıcırtılar bu kadar zorluğun üstüne sinir harbine sebep oluyordu. Balçıklarda devrilecek oluyorduk. Bu anlarda arabanın altında kalmadan nasıl kurtulabileceğimi hesaplıyordum. Düzlüğe çıkmaya iki koşum kaldı. Sörf dalgası şeklini almış taş engebeyi aşarsak bitecekti. Atların ani kişnemeleriyle gökyüzünü yüzüme yapışan ince eteğimin arkasından görmem bir oldu. Yavaş çekimde ön ayaklar asfalta, kafam önüme düştü. Damarlarımda çağıldayan kanımın sesinden kulaklarım tıkandı. Boğazım kupkuruydu. Küçük dilim neyse ki damağıma yapıştığı için yerindeydi. Bir müddet ağır ağır ilerledik. Doldurma da olsa Ankara’nın denizi güzeldi, sesler sustu. Hafta içi ilk sessizliğimdi. Mesai günlerinde nazik işlere vaktimiz yoktu. Ankara yine aynı Ankara. Hoş yakında balık da gelecekmiş. Gerçi bilmezin biri şişinerek bir ağ atar, ona da hasret kalırız…

Her seferinde ağda sızısı bırakan takma erkekliğimi söktüm dudağımın üstünden. Şimdi yeşil keten pantolonumlaydım, Gülhür Efendi'ye yakalanmasak turnikeden geçer geçmez indirirdim eteği de neyse... Güneşin iyice açtığı kumral saçlarımı geriye attım, odaklandım. Hafif direksiyon hareketleriyle arabayı yönlendirebiliyordum, "Ne kadar kolaymış!" derken duvar tarafındaki ön tekerin dingil çivisi düşüverdi. Atlar huysuzlanıp kafalarını sağa sola sallamaya başladılar. Roman da aşağıya doğru bağırarak geliyordu, "Neredesin, suya battın sandık."

"Kusura bakma, sana yardım edemedim," diyebildim.

"Dert değil. Gülhür Efendi götürdü yükü. Seni merak ettik." Ne ince düşünceliymiş şu Roman, bir kez daha utandım. Yanıma bindi. Yukarıya, çarşıya doğru kıvrıldık. Asfalt yolun bitiminde parke taşlarıyla döşeli cümbüşlü cadde başlıyordu. Tam o arada, "Yalnız bu olanlarla ilgili tanıklık etmemi istedi Gülhür Efendi," dedi. Tatlı tıkırtının keyfini kursağımda bıraktı. Hızla inip aktarın yanındaki meşrubatçıya yöneldim. Soğuk bir ayran ısmarladım kendime, tek yudumda bitirdim. Ciğerim duru yoğurtla serinledi. Bardağı indirdiğimde kuzen Sarpcan Efendi’yi öteki yakadan yokuşu çıkarken gördüm. Elindeki, kâğıda sarılı bira kutusu muydu?

"Ooo Emel Hanım uçuş sefanız bitti mi?"

"Benimki bitti de seninki yeni başlıyor herhalde. Bu saatte bununla dolaşılır mı sokakta, ceza yazsınlar da gör bakalım."

"Cezayı düşüneceğine Selim nerede demiyorsun da..."

"Kendisi nerede, bekleseymiş ya."

"Kaç kere aradı, açmadın. Gülhür Efendi odasına çekti. Beş dakika geçti geçmedi hızla çıktı. Sen Emel’i bekle dedi."

"Attan telefonu duyan kim!" düşürmüş de olabilirdim. Sırtımdan akan soğuk terlerle titredim.

"Üşüyor musun, hasta mı olacaksın?"

"Yok bir şeyim, hadi eve gidelim madem."

"Daha gelmedik hayatım ama az kaldı. Uyan, kendine gelmeye çalış istersen.” Boynum tutulmuştu. Beynim zonkluyordu. İçimde helva kavurmuşlardı sanki, kıyır kıyırdım. Tırnaklarım neredeyse avuçlarıma geçmişti. Kirpik diplerim yapışmış, ağzımın suyu aktı akacaktı. Bol tuzlu çökelek tadıyla burnum kırıştı. Camdan dışarıya baktım. Göğüs kayışı çıngıraklarla, renkli ponponlarla süslenmiş, sırtına kemiklerini kapatmak ister gibi kilim desenli örtü atılmış ruhları çıkmak üzere iki zayıf atın koşulduğu fayton, yeşil ışığı bekliyordu bizim gibi. Kafamı cama yaslayıp gözlerimi kapattım. Rüyayı devam ettirip atları boyunduruktan kurtarmalıydım. Ama Selim rahat vermiyordu, “Hadi artık, yeterince yorucu bir gün geçirdik. Bir an önce eve gidelim. Plan yapmamız gerekiyor.”

“Ne planı?”

“Gülhür Efendi hakkımızda tahkikat başlatacakmış.”

“Nasıl?”

“Beytülmal’ın arabasını kaçırmak, erkeksiz erkek bir atın çektiği arabayı kullanmak, tüm bunların sorumsuzluğu için bana da ayrı bir dosya…”


Sinem Deniz Kılıç

Yorumlar


bottom of page