top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tevfik Can Küçükşahin- 1. Derece Devlet Memuru Mürsel'den Kurtuluş Hikâyem

Onu ilk kez çıktısını aldığım sayfaları spiral ettirmek için odasına gittiğimde görmüştüm. Aslında odadan çok bir özel sığınak; herkesin içinde kimseye fark ettirmeden kurduğu bir müdafaa cumhuriyetiydi. Olağan şekilde açılan kapının ardında, tüm o sıradan malzeme ofisi araç gereçleriyle inşa edilmiş farklı bir gezegen. Odanın sadece yarısından sonrası doluydu. Tüm metal dolaplar ve raflar özellikle Mürsel’in karargâhını pardon masasını çevreliyordu. Her biri 2 metreden yüksek kâğıt kolilerinden masanın sağ ve solunda dörder sıralık birer istif mevcuttu ve spiral makinesi de istiflerden birinin kıyısındaydı.

Birkaç kez “Mürsel abi, Mürsel abi…” diye seslenmeme rağmen gelmeyen yanıtın sebebi istiflerin arkasına geçtiğimde anlaşıldı. Kulağında kulaklıklarla bilgisayar başındaydı. Adına rastlantı denilebilir mi bilemiyorum ama hâkî ve geniş kesim pantolonunu da görünce, “Evet kesinlikle Mürsel muhabere eri,” diye düşünmüştüm. Kendi eliyle kurduğu bu sığınakta her an tam siper yere uzanacakmışçasına bir tedirginlikle kulaklıkları şimşek hızıyla masaya atıp “Ne oldu?” dedi. Elimdeki kâğıtları uzatarak “Bir şey yok abi, şu kâğıtları ciltlemen için geldim,” dedim. Yüzü düştü. O an benden Almanya St. Petersburg’da yenilgiye uğradı yahut Japonya’ya nükleer bomba atıldı nev’inden sükseli bir yanıt beklediğinin farkındaydım ama ona sunabildiğim en heyecanlı şey bir tomar kâğıttı. Yaklaşık 80 sayfa, her gün elinin altından geçen birinci hamur A4 kağıtlar.

Bu esnada bir süre Mürsel de ben de sessizce bekledik. O sürenin ortalama yirmi saniye olduğunu tahmin ediyorum. Mürsel’in muhtemelen içinden bana sayıp sövmesine mukabil benim yirmi saniyem zümrüt kıymetindeydi. Aynılık neydi? İnsanla beraber doğuştan gelip çevreden bağımsız olarak bizi ele geçiren bir kuvvet mi yoksa gündelik yaşamın ve nesnelerin oluşturduğu bir uyuşukluk mu? Her gün ciltlenen kağıtlar, oturulan sandalye, dört bacaklı masa, istiflenmiş kutular, arada odaya gelen memurlar, sabah 8 akşam 5 buçuk mesai, selamın aleyküm- aleyküm selam, merhaba, Allah’a ısmarladık.

Sartre, “Bulantı”da “Nesneler olmasa zaman kavramı da olmazdı,” der. Şimdi Mürsel’den yıllar önce adım attığı bu işyerinde anılarından bahsetmesini istesem, bana muhtemelen şuna benzer şeyler söyleyecekti, “Ben işe girdiğimde şu ön taraftaki bahçe henüz çitle çevrilmemişti. Karşı bina henüz yoktu. Sadece iki tane kiraz ağacı vardı ve şu eğitim merkezi daha yeni yeni yapılıyordu. Genel Müdürlükten her öğlen bir servis kalkar gelirdi…” Geçmişe dair bu küçük pasajdan kiraz ağacını, bahçedeki çitleri, önceleri var olan servisi ve o dönem henüz var olmayan binayı çıkarırsak geriye ne kalır? Hiç... Nesnesiz bir zaman düşünülemiyordu. Etrafımızdaki şeyler bize bir eskilik ve yenilik algısı sunuyordu. Mürsel her günkü aynı fiilleri ve aklına kazınan eşyalarıyla iri bir raptiyeye dönüşmüştü. Karargâhının ortasında mantar bir tabakada zamana tutturulmuş, altın rengi iri bir raptiye. Bir yanıyla yerinden memnun fakat bir kulağı da kapıda heyecan verecek bambaşka ve unuttuğu bir sese hasret. Zamansız gelecek bir sese.

“Bir nağme ki duyduğum kırk yıllık sese bedel,” diye mırıldanmıştım. “Efendim birader,” dedi Mürsel, kâğıtları muntazam şekilde delerken. “Affedersin abi, daha sonra şunları da hallederiz değil mi?” diyerek münasebetsiz mırıldanmamı unutturdum. Oysa sadece ben unutturduğumu düşünüyordum. Bir memur sadece unutmuş gibi davranırdı. İliklerine kadar aynılaşmış bu mekanizmanın içinde herhangi birinin sergilediği sıra dışı davranış, alışılmadık bir cümle, dilinden düşen katre kadar bir kelime hatta atom altı ölçeklerde bir jest ya da mimik bile tam anlamıyla bir yağlı lokma demekti. Altından girilip üstünden çıkılacak, ayaklarından tavana asılıp karnı yarılacak, masada tüm tendonlarından kas demetlerine kadar didik didik parçalarına ayrılacak bir lokma. Tüm dinginliği ve yeknesaklığı köpürten bir dedikodu malzemesi. Soğukkanlı ve az hareket eden Nil timsahlarını harekete geçiren bir yaban tavuğu misali. Şimdi az önce unutturduğumu düşündüğüm mırıldanmam yüzünden kendime küfrediyordum. “Hiç alışamadın olum sen bu memurluğa hiç... On altı seneden sonra gafletine bak!” dedim kendi kendime ama iş işten geçmişti. Artık ısırılacaktım.

Ve odaya girdiğimden beri bana yüz vermeyen Mürsel mırıldanmamın ardından ilk ısırığı attı, “Memleket neresi kardeş?” Sırtı kırmızı benekli ve parlak bir örümcek ısırığı. Memleket neresi? Bu soruya yanıt vermekle hipnotize olmak arasında fark yoktu. Bunu çok defa deneyimlemiştim. Neticede şehirlerarası otobüsler kitlesel ısırık partileri gibiydi. Yanımda kıvranan altmışlık dayının şah damarıma yumulacağını bilerek ve yol boyunca istemediğim bir anda bu soruya muhatap olmamak için küçük bir davetkâr tebessümle karşımdakini cesaretlendirip sorusunu sordururdum. Yıllar içinde geliştirilen bir savunma mekanizmasıydı. Isırılmak ve bir çırpıda tez elden kurtulmak. Mürsel de ısırmıştı. Hem de kağıtları delerken ve işinin başında.

“İzmirliyim,” yanıtımdan sonra cıva kadar akışkan ve ağır ikincisi suratımda patladı. “Evli misin? Çocuk var mı?” “Bekarım. Çocuğum yok,” cevabını verdiğimde elindeki kâğıtları spiral makinesinin üstüne bırakıp istiflerin arkasına doğru yürüdü. Belli belirsiz duyduğum anahtar sesi hayra alamet değildi. Sağ ayağıyla yerdeki saksıyı da sürüyerek güneşe daha yakın bir yere konumlandırırken “Çayın altını açtım, bir çayımı iç,” dedi. “Evli, 41 yaşında, çocuksuzsan ve münasebetsiz mırıldanırsan elbette çay ikram edilir sana,” dedim içimden. Sen hak ettin bunu. Şimdi bir ajda bardakta sunulan bayat çayın girdabında tüm serencamını dökeceksin ortaya. Sevindiğim tek şey Allah’tan şekersiz içiyordum.

Mürsel, beyaz bir plastik sandalyenin basitliğini unutturacak ihtimamla altıma çekerek yerimi hazırladı. Onun karargâhına kapıdan ilk girdiğim anda arzu ettiği kadar sükseli bir haber sunamamama rağmen şu andan itibaren çok daha değerliydim. Bir başkasının hayatı. Evet, bir başkasının hayatına, hatta mahremine dair detaylar patlayan bombalardan, başlayıp biten savaşlardan ya da açılıp kapanan çağlardan çok daha cazibeliydi. Mürsel’in hâkî ve bol pantolonunu baldırlarından tutup biraz yukarı çekip sandalyesine keyifle kuruluşunu ve bacak bacak üstüne atışını seyrederken seksenlerin sonu doksanların başında bakkallardaki “veresiye veren- peşin veren” resmi bir anda zihnimde beliriverdi. O artık patrondu. Tüm dümen eline geçmiş ve uyuşuk avını konuşturmaya çalışıyordu. Masanın üstündeki zımba, delgeç, sümen… Sanki hepsi canlanıp şenliğe katılmıştı. Dört kişiye karşı tektim ve şüphesiz mağluptum.

Yaşanacak olan yaşanıyordu. Kader belki de zamanın ta kendisiydi. Bir zamanlar yekpare ve tenimize her an sürtünen zaman. Daha çok anlayabilmek adına ceplerine elimizi sokup karıştırmamızla beraber kaçan ve ardında mintanından yırtık bir parça bırakan zaman. Hep bir bütünü aramak, sonsuz bir tamamlanmak arzusu bize emanet kalan. Ve aklıma mıhla çakılan söz, “Kader kendine itaat edeni taşır, direneni sürükler.”* Ben sürüklenmek istemiyordum. Sandalyeye oturmamla kaderin sırtına çoktan binmiştim. Altı üstü seksen yüz sayfalık bir kâğıt yığınının beni çektiği mekân ve dilimden dökülenle beraber sürece dâhil olmuştum. Şu iki kişi arasında yaşananın Einstein’ın izafiyet teorisinden önemsiz bir hayat detayı olduğunu kim iddia edebilirdi? Kullanılabilirlik ya da çokça bilinirlik bir kavramı daha hayata dair kılabilir miydi? Yani benim dil çıkaran bir fotoğrafım yoksa ve kara tahtasız, tebeşirsiz ve formülsüz bir adamsam daha mı az bir hayat parçasıydım? Ben tutulup hayattan çıkarıldığımda akış devam ediyordu. Einstein çıkarılınca da akış devam ediyordu. O matematikle çarpışmıştı ve meşhur olmuştu. Bense Mürsel’le çarpışan, meşhur olmayan ama hayatı avuçlayan bir konumdaydım. Bir yanımla hiç de az değildim. Hele hele bütün bunları düşünürken aynı anda muhatabımın en klişe sorularına sıkılmadan yanıt da verebiliyorsam epey maharetli bile sayılabilirdim.

Hollywood filmlerinden bir sahne gibi kafam su dolu küvete sokulmuştu. Fakat bir yandan da oksijen veren bir tertibatla yarı ölüydüm. Derin bir nefes aldım. Poposuna şaplak atılan bir bebek gibi. Ağlamak yerine kararlı bir kalkışla kendini palazlandıran, “Ölmedim yaşıyorum,” dedirten bir netlik. Spirallenmiş iki kitabı hızlıca masadan aldım. “Kardeş daha çayın bitmedi,” diyen Mürsel’in karargâhından ve kim bilir kaç sene önce kurulan çitlerinden atladım ve hızlıca kapıyı açıp “Eyvallah, eline sağlık,” diyerek koşarcasına odadan çıktım.

Biraz yürüdükten sonra durup nefeslenirken sol avcumda sımsıkı kavradığım iki spiralli kitap sanki bana bir şeyler dercesine avcumu terletmişti. Kol saatine göre yaklaşık kırk dakikalık, bana göreyse birkaç senelik sıkıştırılmış bir tecrübe parçası. Avcumda terleyen ve bana kendini duyumsatan şey artık bir kitap değil, zamanın bir icmaliydi. Köşeye kıstırılmış, gafil avlanmış bir adamın soluk soluğa okunacak icmali. Okkalı bir özettim. Yürüyen bir balyoz. Kendini kurtarmış bir adamın kıssası. Hatta neredeyse Mürsel’e sempati bile besleyecek kadar kendiyle barışık. Yem de bendim kapan da ben. Av da bendim kurtulan da ben. Bana dokunan ve beni ben yapan bir deneyimin, zamanın sıcak elinin varlığı sırtımda yeşeriyordu. Böylece Mürsel erimeye başladı. Mavi bir su damlasına dönüşüp avcumdaki tere karışırken son bir söz söyleyip kayboldu. Mürsel gönderilen demekti. Bana bugünü yaşatması için yollanmış, görevini tamamlamış ve şimdi de göğe çekilen.


*Bir Sümer Atasözü


Tevfik Can Küçükşahin

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page