top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tevfik Can Küçükşahin- Hamam

Göbek taşında sere serpe uzanıyordum. Sağ omzumdan daha önce hiçbir erkek tarafından tutulmadığım kadar güçlüce kavranmıştım. Saadet teyzenin diğer eli avcuna geçirdiği kese ile sırtımın üzerinde geziniyordu. Henüz fethedilen bir toprakta varlığını kabul ettirircesine, ezercesine ve yenileyen. Sırtımdan kalkan kir ve ölü hücreler ardımda kaldıkça deri değiştiren bir yılan gibi gençleştiğimi hissediyordum. Yüzüm, yumuşak ve kırmızı bir peştemale yaslıydı. Göz kapaklarım ara ara kapanıyor ama daha sonra derince iç çekerek kendime geliyordum. Üst notası yeşil sabun ve portakal, ortası kına ve küflenmiş nemli ahşap, kalbi insan teri olan bir parfüm şişesinin içinde gibiydim. Saadet teyzenin meraklı elleri daha derinlerime, gittikçe daha mahrem topraklarıma giriyordu.

“Hadi dön sırt üstü yat,” demeden önce popoma yapıştırdığı şaplağın ardından, “Kız bu göt bende olsa kimseye vermezdim,” dedi. Bazen altmışlık bu kadının aslında bir erkek olduğunu ama yıllar içinde kurnalarda başından aşağı dökülen tas tas suların aşındırmasıyla kadına benzediğini düşünürdüm. Zamanla üzerindeki desenini yitiren bir hamam tası misali… Sırt üstü döndüm. Tam tepede ikindi güneşini içeri buyur eden renkli camlar, hemen altında biriken buhar bulutuyla buluşunca beni de belimden kavrayıp uçuruyordu. Böylesine hafiflediğim anlarda, şu an içinde bulunduğum Çukur Hamam’dan bir anda Roma dönemlerine giderdim. Sadece üç beş adım aşağıdaki Romalılardan kalma Agora Harabelerinin varlığı düşünsel seyahatimi kolaylaştırırdı. Hamamın neden antik dönemlerde hayatın tam da merkezinde bulunduğunu rahatlıkla duyumsardım. Çünkü canlıydı.  Çünkü hem yaşadığımı hatırlatıyor hem de yaşarken zamanın geçişini durduruyor ve tazeliyordu. İnsanı bitmeyen bir huzura inandırıyordu hamam.

Sırt üstü yatarken bir yandan artık baldırlarıma ulaşan ellerden kese seansının yavaş yavaş sona yaklaştığını anladım. Tam karşımda bir kız çocuğu soğuk su çeşmesinden tasına doldurduğu su ile kurnasındaki sıcak suyu ılıştırmaya çalışıyordu. Bir ara istediği sıcaklığa eriştirdiği sudan dopdolu bir tas alıp başından aşağı döküverdi. Saçlarından süzülen suyun altındaki siması bir anda kaybolmuş ve yerine ben geçmiştim.  Sekiz yaşıma dönmüştüm. Annemin beni ilk kez buraya getirdiği o güne. Yine bir ikindi vaktiydi. İkiçeşmelik Yokuşu’ndan inerken eline sımsıkı tutunmuştum. Emprime, kırmızı çiçekli bir elbisesi vardı. Yolu yarıladığımızda sokağın ortasında, “Eyvah! İçime jüpon giymeyi unuttum. Ah Belma gördün mü kızım sen. Dua et döndüğümüzde baban gelmiş olmasın. Vallahi çok kızar,” dediğini hiç unutmadım. O cümle sanki o an söylenip biten bir cümle değildi. Esneyip uzayan, koca İkiçeşmelik Yokuşu’nu bir daha asla silinmemecesine çizen bir hattı benim için. Bir yokuşu zaman makinesine çeviren, gözle görülemeyen ama herkesten ve her şeyden daha kanlı canlı bir hat.

Her hamam sonrası annem saçlarımı kupkuru olana kadar fönler ve sonra kendisi de yanında getirdiği eşarbını başına örterdi. Ben biraz daha büyüyüp saçlarımı kendim kurutmaya başladığımda, dışarı çıkmadan önce, “Kızım saçlarını iyice kurut. Islak ıslak çıkma,” derdi. Oysa hamam sonrası ılık rüzgârın hafif nemli saçlarımda gezinişinden tarifsiz bir haz alırdım. Bu bir iletişim biçimiydi sanki. Tabiatın ya da tabiatta olup biteni kontrol eden Mikail adındaki meleğin rüzgâr vesilesiyle bana fısıldayışları gibi gelirdi. Ama ıslak saçla dışarı çıkmak münasip değildi. İyi gözle bakılmazdı, saçlarım kupkuru olmalıydı. Vefatından sekiz dokuz ay evvel son hamam sefamızın ardından her zamanki, “Aman kızım saçlarını kurut,” lafını duyunca annemin yüzüne bakıp ilk kez, “Neden?” demiştim. Tam eşarbını çenesinin altından bağladığı sırada duraksamış ve yarım kalan düğüm gibi yarım yamalak bir yanıt vermişti.

“Yani ne bileyim kızım. Öyle işte. Saçlar ıslakken dışarı çıkılmaz. Kötü gözle bakarlar kadına. Hani ne bileyim anla işte. Ay Belma, tam keyfim yerinde mis gibi hamamdan çıkmışım yorma kızım beni. Ben de annemden öyle duydum. Kurutuver saçlarını hadi hadi çok soru sorma ayol, hadi geç kalacağız.”

Şimdi annemin yokluğunda şu göbek taşında uzanmış, buharlaşarak dünyayı bulutların üstünden seyredercesine bir halde kendi kendime konuşuyordum. “Ah anneciğim bak arkanda kalan insanlara. Kimse senden sonra, rahmetli ne de güzel kuruturdu saçlarını. Onu ıslak saçla görmüş olan bir çift göz bile bulunmazdı, demiyor.”

Sıcak suyun insanı mayıştıran hâlinin düşünce üzerine bir tesiri var mıydı bilemiyorum. Ama benim beyin hücrelerimi esnetip en alakasız zamanda, etrafımda dönüp duran bolca meme, baldır, göbek ve nalın seslerinin arasında bana felsefe yaptırdığını defalarca deneyimlemiştim. Neden bilmem ama bana bu ıslak mekânda ilham geliyordu. Belki de çok rüya göremeyen bir kadın olmamla ilgiliydi. Yaradan, rüyalardan kestiği ilhamı yarı uykulu bu mahmur hâlimde bana sunuyordu. Nemli bir yakaza aşığıydım. Bir Aynalı Babam yoktu dizlerine yaslandığım. Ama başımın altındaki katlanmış peştemal ve biraz da kapanmış gözlerimle ben, her kulağın duyamadığı bazı ney melodilerini işitiyordum sanki.

İki çingene kadının karşılıklı oynamaya başlamasıyla o ney melodilerinden kopuverdim. Ellerindeki minik bir radyoda çalan Kibariye parçasıyla vücutlarının her parçasını titreten iki kadındı. Ayak vuruşlarına kulak kabarttım. İnsanın içinde bir müzik varsa ayağındaki takunya bile en âlâsından bir enstrümana dönüşebiliyordu. Kadınlardan birisini tanıyordum. Daha önce de yine hamamda denk geldiğim bir falcıydı. Zaten bolca buhar ve yeşil sabun kokusuyla gevşemiş narkozlu ruhlar şen şakrak bu iki kadının kıvılcımıyla hepten kendinden geçmişti. Artık herkes dökülen bir dilden ibaretti. Nereye gideceğinden çekinilmeyen hür sözcükler raflardan dökülüyordu. Birbirlerini belki de bir daha asla görme ihtimali olmayan insanların rahatlığıydı bu. Bir kere söylendikten sonra nasılsa tarihe karışacak lafların bu yüce buluşma fırsatını kaçırma lüksleri yoktu. Çünkü nasılsa biraz sonra hepsi narkozdan çıkacak ve aynı anda bir unutkanlığa bürüneceklerdi. Hamam bir şuur altıydı.

Falcının karşısında onun oyununa eşlik eden diğer kadın yirmili yaşlarında, esmer tenli ve uzun zamandır spor yapıyormuşçasına sıkı vücutluydu. Sarı ve kahve arası saçlarının arasından çektiği tel tokaları çıkarıp atmaya başladı. Saçları yavaş yavaş omuzlarından dökülüp iki kürek kemiğinin bitiş noktasına kadar ulaştı. Saçların çözülmesiyle içi de çözüldü.

“Komşumun oğluna vuruldum. Filinta gibi manita. Aşıkım ona.”

Bu cümleyi duyduğumda sert sessizlerin bazen yumuşamadan kalmasının hislere daha da tercüman olduğunu düşündüm. Falcı kahkaha attı.

“Kız kocan keser seni!”

Onların bu sansürsüz sohbeti her kadını dansa kaldıran sihirli bir iksire dönüşmüştü. Bir yandan atılan kahkahaları, diğer yandan en sıra dışı ve mahrem dedikoduların fısıltılarını işitiyordum. Hamamın akustiği sır kelimesini tanımıyor ve onu soyup soğana çeviriyordu. Kulaklarım minik kaçamaklardan en tutkulu yasak aşklara kadar geniş bir yelpazeye konuk oluyordu. Bir kadın önümüzdeki hafta misafir olacağı düğün için aldığı eteği tarif ederken avret yerinden biraz aşağısında bir çizgi çekiyordu. Kocasının kızacağını ama umurunda olmadığını söylüyordu. Bir diğeri her sevişmeden sonra kocasından habersiz aldığı ertesi gün hapından bahsediyor ve belki de boşanırım diyordu. Kimisi, aldatan erkeğinden aldığı hormonlu intikamı dillendirirken dudaklarını ısırıyordu. Kimisi de bir diğerini dinlerken yüzüne utanırmışçasına bir maske takmaya çalışıyor ama bir yandan da anlatan için şevkle portakal soyuyordu. Sabahlara kadar bitmeyen kavgalar, erkeklere rağmen delinen yasaklar, fantezi iç çamaşırları derken ben her çekmeceye girip çıkan bir fareye dönüşmüştüm. Sonra gözüm tüm kurnaların altında biriken suyu beraberinde götüren hamamın giderine takıldı. Suyun, sırtında taşıdıklarıyla tıngır mıngır akışını seyre daldım. Üzerinde renkler, sözler, kokular, arzular, bolca ten ve sonsuz hissi barındıran bir akıştı.  Epeyce uzamış ve biraz sonra kesilecek bir dil gibiydi. Ardında arınmış ve duru ruhları barındıran, günahkâr ama kimseye çaktırmayan bir dil.

Az önce elinde tek dilim limonla süslenmiş maden suyumu getiren sarışın kızın, “Saat dördü yirmi geçiyor abla,” demesiyle irkildim. Mest şekilde yatarken dudaklarımı uzata uzata pipetten içmeye çalıştığım bardağı bir yana koyup hemen toparlandım. Peştemalımı iyice örtündüm. Oram buram görünüyor mu diye kontrol ettim ve soğuk maden suyundan kocaman bir yudum hüpletip rüya âleminden su yüzüne ulaştım. Ücreti ödeyip dışarı çıkmak için adımımı eşikten atmıştım ki Saadet teyzenin sesini duydum.

“Sağlık suların olsun. Saçlarını iyice kuruladın mı kızım? Islak saçla çıkmayasın.”

Tevfik Can Küçükşahin

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page