top of page

Öykü- Tuğba Kocaman Bulut- İkinci Bahar

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 gün önce
  • 8 dakikada okunur

Semi, odasından çıkınca koridora sinen kokuyla adeta çarpıldı. İstemsizce gözleri doldu, tüyleri diken diken oldu. Neden olduğunu bir türlü anlayamasa da koku onu bambaşka duygulara sürüklemişti. Hızlı adımlarla koridorun sonundaki bankoya yönelip görevliye seslendi. Bankonun arkasındaki odadan çıkan görevli kadın sert bir ses tonuyla tek nefeste cevapladı. “Bir şey mi istediniz?” Ne diyeceğini bilemedi. “Şeyyy, ben, aslında, kusura bakmayın rahatsız ettim. Sadece koridora sinen güzel kokuyu merak ettim de onu soracaktım.” “Lavanta sanırım… Ziyarete gelen bir beyefendi getirdi. Biz de her koridora koyduk.”

Semi, “Teşekkür ederim,” deyip kokuyu içine doya doya çekti, usul usul alt kata yöneldi. Keşke buketlerden birini ona verseler de odasına götürseydi ama biliyordu, mümkün değildi bu; odalara çiçek sokmak kurumun yasakladığı şeylerdendi. Alt kata indiğinde tekrar, keskin lavanta kokusu sarstı Semi’yi. “Anne, bu güzel koku nerden geliyor?” Etrafına bakındı kimseyi göremedi. Kimdi seslenen? Zihninde görüntüler çakıp söndü. Belli bir belirsiz küçük bir çocuk silueti gözlerinin önünden geçti. Gözlerinden süzülen yaşa engel olamadı. Seri hareketlerle arkasına döndü ve bir adamla çarpıştı. “Pardon, pardon, çok özür dilerim.” Adamın onu görünce bir an için duraladığını, gördüğü manzaraya şaşırdığını fark eden Semi hemen kafasını çevirdi, uzun beyaz saçlarını yüzüne siper etti, kimsenin ağladığını anlamasını istemiyordu. Çünkü bu kurumda ağlamak da kahkaha atmak da yasaktı. Eğer kişi hastaysa SB’ye (Sağlık Birimi) başvururdu, psikolojik bir problemi varsa TB’ye (Terapi Birimi) giderdi. Semi gibi ortalıkta kızarmış gözlerle dolaşıp başkalarını huzursuz etmek ise kesinlikle yasaktı. Kafasında bu düşüncelerle bahçeye çıktı ve büyükçe bir ağacın altındaki tek kişilik banka oturdu. Etraftan birileri geçerken kafasını yere eğiyor, durumu fark etmelerini engelliyordu. Bu sırada bahçenin ortasındaki fıskiye çalışmaya başladı, saat üç olmuştu. Etrafa saçılan suları izlerken biraz toparlanabildi ve geçmişi düşünmeye başladı. Gerçi en fazla yirmi beş yıl öncesine kadar gidebiliyordu, daha öncesi yoktu.

Büyük bir patlama,

korkunç bir gürültü,

toz ve duman…

O kadar! Daha fazlası ne yazık ki yoktu.

Odasına çıkınca kütüphanesine bakmaya karar verdi, yirmi sene kadar önce devlet tüm kurumlara “Kaos ve Öncesi” kitabını dağıtmıştı, onu açıp okumaya, unuttuklarını hatırlamaya ihtiyacı vardı. Akşam yemeğinden sonra yatağına kurulup kitabın önsözünü okumaya başladı.

Bu kitap 2170 yılında yaşanan felaketi ve öncesini anlatmak için hazırlanmıştır. O günlerde ülkenin çeşitli yerlerinde yaşanan patlamalarda hayatta kalmayı başarmış, akıl sağlığını yitirmemiş akademisyenler tarafından özenle, dikkatle hazırlanmıştır.

Ülkemize şer odaklarınca uygulandığını düşündüğümüz, iç ve dış düşmanlar tarafından planlanan ve bizim güzel ülkemizi yok etmeyi amaçlayan bu hain saldırı, şükürler olsun ki tam anlamıyla başarıya ulaşmamıştır. Ülkemizin üçte biri gibi ciddi bir çoğunluğu patlamalarda ölürken, planlanan patlamayı son anda haber alan yöneticiler tarafından sığınaklara yerleştirilenler kurtulmayı başarmıştır. Şehirlerde, köylerde patlama sırasında ölmeyen insanlarımız da devletimizin kurduğu çadır kentlerde yıllarını geçirmiş, felaketin yaraları sarıldıktan sonra da normal hayatlarına devam etmeleri sağlanmıştır. Yaşadığımız olaydan ülkece ders çıkardığımız ve bir daha böyle bir felaket yaşamayı asla istemediğimiz için yeni sistemimiz eskisine nazaran ciddi farklılıklar göstermektedir. Bu sistemde amacımız kesinlikle: Bireysel mutluluğu ön plana alıp insanları hayatla tek başına mücadele edecek hale getirebilmektir. Bu kitabın içeriğinde devletin her bir kurumunda nasıl davranılması gerektiğini; ayrıca evlilik, doğum, çocuk yetiştirme, eğitim-öğretim, yaşlılık, insan ilişkileri gibi hususlarda devletin sizler için uygun gördüklerini, uymanız gereken kuralları öğreneceksiniz. Dikkatle okuyup uygulamanız gerekmektedir. Bu geçiş sürecinde herkese kolaylıklar dilerken, sizlere burada yazılanların rica değil “devletin kanunu” olduğunu hatırlatmayı uygun görüyoruz.

Bu kitabı okuyun, okutun ve iyi muhafaza edin.

Semi geçen yıllar içerisinde birçok kez okumuştu kitabı ama oldukça kapsamlı bir eser olduğundan her şeyi ayrıntısıyla hatırlayamıyor, zaman zaman açıp tekrar okuma ihtiyacı duyuyordu. Felaket öncesiyle ilgili kısımları okuduğunda görsel hafızası hiçbir şekilde yardımcı olmuyordu ona. İçine yine aynı ateş düştü. Acaba patlama sırasında ben ne yapıyordum, bir ailem var mıydı? Varsa şimdi neredeler? Tekrar terapiye ihtiyacı vardı. Orada yapılan masajlar, verilen ilaçlar, saatlerce daldığı derin uykular çok iyi geliyordu; kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu bembeyaz odadan çıkarken.

Kolundaki saate baktı, ilaç saati gelmişti; çekmeceyi açtı, ilaçları yerinde değildi. Nereye koymuştu? Saat dokuzda aşağı inmesi gerekiyordu: “Sohbet” zamanıydı. Acele etmezse geç kalacaktı. Bir sefer içmesem ne olacak ki? Hızlıca üzerine lacivert hırkasını giydi, odasının kapısını açtı. Aynı anda tüm odalardan lacivert kadınlar ve kahverengi erkekler çıktı. Kimi elinde bastonu ağır aksak ilerliyor, kimi görevlilerin yardımıyla adımlıyordu koridoru. Önündeki adam durakladı, az ilerisindeki görevliye seslendi. “Yakın gözlüğümü odamda unuttum.” Kat görevlisi hemen adamın odasına gidip hızlı adımlarla gözlüğü getirdi. Bu sırada katlara anons verildi “Seri olalım lütfen, program başlamak üzere.” Mecburi istikamet belliydi. En alt kattaki konferans salonuna gidiyordu herkes.

Devletin eğitim-öğretim işlerine bakan kurumdan yetkililer gelmişti. Semi merakla beklemeye başladı. Sahneye kırklı yaşlarda, uzun boylu bir kadın çıktı. Kürsüye geçtiğinde uzun sarı saçlarını topladı ve yeşil gülen gözleriyle dinleyicilerine baktı. Semi kadının gülen gözlerine hayran kaldı. Görevli kadın, önce eğitim kurumlarında okutulan ulusal marşı okumak için komutu verdi, tüm salon coşkuyla ulusal marşı tek bir ağızdan okudu ve coşkulu alkışlarla yerine oturdu. “Herkese iyi akşamlar, ben Mina Yıldırım, bugün sizlere ülkemizde uzun yıllardan beri uygulanmakta olan eğitim sistemimizden ve bunun güzel sonuçlarından bahsedeceğim.” Aslında tüm dinleyiciler eğitim sistemine dair ayrıntıları defalarca dinlemişlerdi ama yine de dikkat ve saygıyla konuşmacıya odaklandılar. Alkışların bitimiyle tekrar söze girdi Mina Yıldırım. “Sizlerin de bildiği üzere kırk günlükken ailelerden alınan çocuklar neredeyse iş sahibi olana kadar devlet sayesinde yetişiyor, sonra işe giriyor; uygun bir insanla karşılaştığında evleniyor ve en az üç tane olmak koşuluyla çocuk yapıp ülkenin bekasını sağlıyor. Bütün bunlar göz önünde bulundurulunca çok sistemli bir eğitim verdiğimizi ve alanında uzman kişiler yetiştirmiş olduğumuzu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Neticede devletimizin kurduğu bu sistemle çocuklar ailelerine muhtaç olmadan büyüyor ve felaket öncesinde olduğu gibi, Seni ben büyüttüm, şimdi bana bakmalısın, gibi gereksiz ailevi tartışmaların da önü kesilmiş oluyor. Tekrarlanan kuvvetli alkışların ardından Mina Yıldırım konuşmasına devam etti. “Devletimiz o kadar kusursuz bir düzen hazırlamış ki hayran olmamak mümkün değil! Bu kusursuz düzen sayesinde altmış beş yaşında emekli olunca da sizler gibi yılların yorgunu yaşlılar, İkinci Bahar Evlerine, yerleştiriliyor ve ömrünün kalan kısmını huzurla geçiriyor.” Tekrarlayan alkışlar ve hatta ara ara gelen ıslıklarla devam etti konuşmasına. “Vatan millet bilinciyle yıllarca çalışıp ülkesine hizmet eden sizler son baharınızı böyle huzurlu yerlerde geçirmeyi sonuna kadar hak ediyorsunuz. Şimdi sizlere geçen yıllar içerisinde kurumlarımızda yetiştirdiğimiz başarılı insanlarla yapılan röportajları izletmek istiyorum.”

Semi’nin başı ağrımaya başladı, neredeyse iki ayda bir bu tarz bir konferansa katılıyorlardı ve sürekli benzer mevzular anlatılıyordu. Herkesin halinden memnun ve coşkulu hali sinirlerini bozmuştu. Herkes gibi gözükebilmek için özel gayret gösteriyor, gülümseyerek izlemeye çalışıyordu röportajları.

Nihayet iki saatlik program bitti, herkes yavaş yavaş salonu boşaltıyordu artık. Semi, odasının bulunduğu kata gelince bankodaki lavanta buketini gördü. Kimsecikler ortalarda yoktu, hızlı adımlarla bankoya yaklaştı, buketin içine burnunu gömdü, derin derin içine çekti kokusunu. “Annecim, bu çiçek evimizi ne güzel kokutuyor, bundan odama da koysak olmaz mı?” Yine aynı ses! Deliriyorum herhalde, yarın ilk iş TB’ye gideceğim.

O gece rüyasında kendisini uçsuz bucaksız lavanta bahçesinde gördü. Bahçenin ilerisinde bir siluet vardı, ara ara sesini de duyuyordu ama onu bir türlü göremiyordu. Deli gibi koşuyor, sesin sahibine yetişmeye çalışıyordu ama ne yaptıysa yetişemedi. Kolundaki saatin alarmıyla kan ter içinde uyandı. Saat sekiz buçuktu, kahvaltı vakti gelmek üzereydi. “Kurallar, uyulması gereken kahrolası kurallar.” Ağzından çıkana kendi bile şaşırdı. Ne oluyordu ona? Hızlıca lavaboya girdi, elini yüzünü yıkadı. Üstüne kırmızı hırkasını giyerken aklından rüyanın ayrıntıları geçiyordu, bahçedeki kimdi? Onu öğrenmeyi her şeyden çok istiyordu ve bir karar verdi. Bu durumdan kimseye bahsetmeyecek ve terapiye gitmeyecekti.

Yemekhanede sıkı bir kahvaltı ettikten sonra, herkes gibi yeni görevini almak için, birinci kattaki bankonun önünde sıraya girdi. Görünüşe göre Semi’nin bu ayki işi örgü örmekti. Dosyayı veren görevliye, “Örgü, yaşlılar için en iyi ilaçtır, çok şanslıyım,” dedi ama adamın yüzünde yaprak bile kımıldamadı, aynı ciddiyetle sıradaki hastaya geçti. Semi dosyasıyla birlikte çalışma alanına gitti, dinlenme saatine kadar harıl harıl örgü örmesi gerekiyordu ki haftalık örgülerini tamamlayabilsin. Dinlenme saatinde de niyeti çay ve kuru yemişiyle bahçeye çıkmaktı, zaten pek fazla tercih şansı da yoktu. Emekli olup bu kuruma gelmeden önce arada bir de olsa görüşebildiği insanlar vardı, ne yazık ki burada arkadaşlık kurmak da yasaktı.

Örgü örerken bir an için kolundaki saate gözü kaydı, dinlenme saati gelmişti. Alt kata inip çayını ve kuruyemişini aldı, bahçeye çıktı. Önce ilaçlarını içmesi gerekiyordu ama içinden bir ses bunu yapmamasını söyledi. Belki yine aynı rüyayı görürdü. Küçük bir kaçamağın kimseye zararı olmayacağını düşünüp çayını yudumladı. Yan taraftaki banka hafif kambur bir kadın yavaş adımlarla geldi, ağır ağır banka oturup gülümseyerek gökyüzünü izlemeye başladı. “Merhaba” Kadın hiç üstüne alınmadı. Semi devam etti. “Hava çok güzel değil mi bugün?” Bu sefer fark etti kadın, elleri titreyerek çayını önündeki sehpaya iliştirirken bardağı devirdi. Semi tam yardımcı olmak için kalkacakken uzaktan seri adımlarla birinin kendine doğru geldiğini fark etti. Gelen güvenlik görevlisiydi. “Semi Hanım lütfen benimle gelin, müdürümüz sizi çağırıyor.” Semi’nin rengi attı ama gülümsemeyi denedi. “Çayımı bitireyim, hemen gidelim.” Görevli elinden bardağı alıp kalkmasını işaret etti. “Şimdi gidiyoruz.”

Odaya girdiklerinde “İkinci Bahar Evleri” müdürü arkasına yaslanmış, kahvesini yudumluyordu. Masasında kocaman bir lavanta buketi vardı ve oda mis gibi kokuyordu. “Annecim lavantayı her gün suluyorum ama solmaya başladı, yine alalım lütfen.” Semi sendeledi, yanındaki kolona tutundu. Diğerleri de duymuş muydu sesi? Görevli aynı ciddiyetle önüne bakıyordu. Önündeki duvarı kaplayan dev ekrana kilitlenen müdür yavaşça kafasını Semi’ye çevirdi. “Semi Hanım, buyurun böyle oturun.” Semi’yi buyur ettikten sonra güvenlikçiye çıkmasını işaret etti.

Gözlerini Semi’ye kilitleyen müdür, samimiyetten uzak, üstten bir bakışla konuşmaya başladı. “Nasılsınız bugün?” Semi ne cevap vereceğini bilemedi, odadaki dev ekranda kurumun her bir bölümü gözüküyordu. “Bu yaşta ne kadar iyi olunabilirse işte, sağ olun.” Müdür önündeki notlara göz attı. “Bu ayki işiniz örgü örmekmiş, sizi yormuş olabilir mi?” Nereye varmaya çalıştığını kestiremedi Semi. Müdür kaldığı yerden devam etti. “Ya da bu aralar kurumdan sıkılmış olabilir misiniz? Bir süredir hem görevlilerle hem de sizler gibi kurumumuzda kalan diğer yaşlılarla iletişim kurmaya çalıştığınızı gözlemledim.” Demek onu fark etmişlerdi. Müdürün eline koz vermek istemiyordu. Temkinli, genel geçer cevaplar vererek odadan çıkmaktı tek dileği. Tam ağzını açmışken çalan telefon Semi’yi kurtardı. Müdür eliyle müsaade isteyip kapıya doğru yöneldi, telefondakine verdiği cevap Semi’nin dikkatini çekti. “Evet, ben de geçen gün aldım haberi, Doktor Nadi Bey ölmüş, kurumdan gelen yetkili eşyalarını verirken anlattı.” İsim ona hiç yabancı gelmemişti. Müdür odadan çıkınca ayağa kalkıp kapıya yaklaştı. Konuşmanın devamını duymak istiyordu. Kesik kesik sözler çalındı kulağına. Meczup, intihar, patlama, hafıza, ilaç gibi aralarında bağlantı kuramadığı, bir bağlama oturtamadığı kelimeler… Müdür gittikçe uzaklaştı, Semi artık hiçbir şey duymuyordu. Yerine geçerken masanın yanında duran bir çanta ilişti gözüne. Ne vardı acaba içinde? Kendine hâkim olamadı ve çantayı açtı. Müdür her an içeri girebilirdi, ne aradığını bilmese de hızlıca karıştırmaya başladı. Önce Doktor Nadi Bey’in kimliği geldi eline. Tam düşündüğüm gibi, bu çanta ona ait. Devam etti karıştırmaya. Bu sefer eline bir zarf geldi. Yırtarcasına açtı ve eline bir tutam lavanta döküldü. “Annecim, bunlar senin için, seni çok seviyorum.” Gözlerinden dökülen yaşlarla, mektubu okumaya başladı.

Sevgili Karıcığım,

İkinci Bahar Evinde keyfin nasıl çok merak ediyorum, muhtemelen sen de diğer insanlar gibi hâlâ hiçbir şey hatırlamıyorsun. Keşke patlamaların yaşandığı gün aynı yerde olabilseydik; sen, ben ve kızımız. O zaman her şey daha iyi olabilirdi, en azından birbirimizi hâlâ hatırlıyor olurduk.

Ben o kuruma geldikten iki yıl sonra getirdiler seni -malum aramızda iki yaş var- geldiğin günü çok net hatırlıyorum. Koşup yanına gelmek, sana sıkıca sarılmak istedim ama mümkün değildi. Kaçıp bir çözüm yolu bulayım dedim, maalesef ki o da mümkün olmadı. Şimdi ölüme doğru adım adım yürürken sana bu mektubu yazmak istedim, belki bir gün sana ulaşır umuduyla.

Sanma ki senin için hiçbir şey yapmadım. Burada, ıslahevinde tanıştığım biri var, anladığım kadarıyla yönetici kademesinden, yetkili biri. Yemekhanede tanıştık birkaç yıl önce –burada diğer insanlarla sohbet etmek yasak değil, nasılsa dışarı çıkma şansımız yok diye herhalde!- beni sevdi ve sanırım tüm gerçeklerin farkında ama benden farklı olarak o susmayı tercih ediyor. Dedim ki: “Her şeyin farkındayım, senin de farkında olduğunu biliyorum, bu küçük sırdaşlığın hatırına senden minik bir ricam var: İstanbul’daki İkinci Bahar Evine ziyarete giderken her koridora konulabilecek kadar çok lavanta götürür müsün?”

Esaslı adammış kabul etti, umarım yapmıştır da. Çünkü biliyorum ki en kuvvetli hafıza koku hafızasıdır Semiciğim ve sen bu en sevdiğin kokuyu alınca, her ne kadar tıbbi yöntemlerle silmeye çalışsalar da; beni, kızımızı, anılarımızı hatırlayacaksın, bunu bilmek beni bir nebze rahatlatıyor.

Kızımız patlama olduğunda staj için okuldaydı, hiçbir zaman akıbetini öğrenemedim. Şu an ne yapıyor, kimlerle, geçmişe dair bir şey hatırlıyor mu bilemiyorum. Tek bildiğim -kişilerin felaket öncesiyle aynı isimleri kullandığından- adı. “İsimlerimizin yarısı canımızın hepsi” diyerek kızımıza hecelerimizi birleştirip güzel bir isim koymuştuk. Bir gün her şeyi hatırlaman umuduyla Mina’nın annesi. Seni çok seviyorum. Hoşça kal…


Tuğba Kocaman Bulut

Comments


bottom of page