top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tülay Korkmaz Devrani- Tel Dolap

Kışın saati kestirmenin güç olduğu bu şehirde gözlerimi açmış karşı duvara bakıyorum. Bizden önce öğrenciler oturduğu için ev leş gibiydi. Ustayı dinleyip duvarları boyatmak yerine kafamın dikine gidip kağıtla kaplattım. Adamın beceriksizliğinden mi kış günü yeterince kurumadığından mı bilinmez kabarmaya başlamış bazı yerleri. Ek yerlerinden ayrılırsa alttaki kirin pasın açığa çıkması an meselesi.

Ayaklarımı yataktan sallandırınca yerden esen bir rüzgâr önce onları sonra tüm bedenimi üşütüyor. Akşamdan kombiyi açmıştım ama yine de serin evin içi. Üzerime kalın bir hırka alıp mutfağa geçiyorum. Uykusuz gecelerimin, huysuz sabahlarımın en yakın görgü tanığı, emektar kahve makineme “günaydın” diyorum. Çektiği çileye dayanamayarak ara sıra arızaya geçtiyse de, kendisine uzatılan yardım elini hiçbir zaman geri çevirmeyen vefalı dostum garip sesler eşliğinde hazırlıyor kahvemi. Elimde fincanla cam balkona geçerken, puslu bir kıta olan Ankara’yı ve onun puslu kış sabahlarını özleyip özlemediğime karar veremiyorum. İçerleyip içerleyip kendini doldurmuş bulutlar da benim gibi kararsız. İçlerini bir çırpıda boşaltsalar mı yoksa rüzgârı bekleyip sağa sola hafif hafif savursalar mı karar veremiyorlar. Balkon evden daha serin ama en azından önü açıklık. Gerçi dışarda görülecek fazla bir şey yok; gök kurşuni, bacalardan çıkan dumanların birazı göğe birazı da soğuktan korunmak için birbirine sokulmuş irili ufaklı çirkin apartman siluetlerinin üzerine savruluyor.

Kitap okusam diye aklımdan geçiriyorum ama ne yeni bir kitaba başlamak istiyorum ne de daha önce okuyup sevdiğim birini tekrar elime almak. Belki yarım bıraktıklarımdan birine ikinci bir şans verebilirim. Nasıl olsa zamanım çok. Derin birkaç saatten önce uyanmaz. Onu babasından, arkadaşlarından ve doğup büyüdüğü şehirden ayırıp buraya getirdiğim için bana tavırlı. Çok sevdiği resim kursuna gitmeyi bile reddetti. Uyuyacakmış! Hiç üstelemedim. Zamanla alışacağını umuyorum.

Tam koltuğa kurulmuşken telefon sesiyle sıçrıyorum yerimden. Ekranda “Marangoz Polat” yazısı. “Abla,” diyor, “Erken oldu ama… Senin dolabı birazdan getireceğiz de onun için şey etmiştim.” İki sabah önce de sabahın köründe çalan telefona uyandığımda ekranda “Ablam” yazısını görmüştüm. Bir ismi yokmuş, tek sıfatı benim ablam olmakmış gibi onu “Ablam” diye kaydetmişim. “Senin dolap balkonda dura dura küflenmiş. Hâlâ istiyorsan bugün alsan iyi olur. Ev iki güne tamamen boşalmış olacak,” demişti hızlı hızlı. Hep acelesi olurdu ablamın. “Tamam, merak etme. Bugün aldırırım,” demiştim. Söylediğimi duymamış gibi, “Ne yapacaksan bu eski püskü şeyi, her tarafı dökülüyor. İstersen bir hurdacıya verelim gitsin,” diye söylenmeye başlayınca, “Off abla, bugün aldıracağım dedim ya!” diyerek konuşmasını kesmiş, telefonu kapatmıştım. Marangoz Polat’a da, “Evdeyim,” diyorum, “Ne zaman isterseniz getirin.”

Balkona dönüyorum. Camların buğusundan iyice grileştirmiş gökyüzüne bakarken, annem geliyor aklıma ve onu telli kapağının ardında ağlarken gördüğüm o ilk an. Orta ikinci sınıftaydım, matematik yarışmasına hazırlanıyordum. Üç odalı evimizde sıradan bir pazar günüydü. Ablam ödevini yapıyor, ben öğretmenin fazladan verdiği testleri çözüyordum. Bir taraftan da babamın gözünü ayırmadan izlediği acıklı Türk filmine bakıyorduk. Evde sobanın yandığı tek yere, küçük salonumuza sığışmıştık. Annemin bir süredir salonda olmadığını fark ettiğimde doğruca mutfağın yolunu tutmuştum. Annem mutfakta vakit geçirmeyi severdi. Kışın çok soğuklarda bile kalın hırkasını kuşanır, oyalanacak bir şeyler bulurdu kendine. O gün de yanılmamıştım; mutfağın girişindeki tel dolabın önünde kıpırtısız duruyordu. Dolabın görünmez bir boşluğa açıldığına, annemin de sihirbaz edasıyla içinden her şeyi çıkarabileceğine inanırdım. Kek pişireceğini düşünmüştüm. Belli ki gerekli malzemelerin olup olmadığına bakıyordu. Ancak kafasını benden tarafa çevirip eliyle yanağını sildiğini görünce ağladığını anladım. Dedemin cenazesinden beri onu ilk kez ağlarken görüyordum. Orada bile anneannem ve teyzemden çok daha sakin kalmış, onlar ağıtlar yakarken yapılması gereken işlerle annem ilgilenmişti. Onu neyin ağlattığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bizim yaptığımız bir şeye üzülmüş olabilir mi diye suçluluk hissettim. Oysa her şey son derece olağan akışındaydı, ablamla kavga bile etmemiştik. Çocuk aklımla bile onu ağlarken görmemi istemeyeceğini düşünüp sessizce geri dönmüştüm salona. Babamla ablamı, bıraktığım gibi bulmuştum. Bir süre sonra elinde meyve tabağıyla annem de yanımıza gelmişti. Az önceki gözyaşlarına dair hiçbir kalıntı yoktu yüzünde. Tekli koltuğa oturup gözlerini meyvelerden ayırmadan onları soymaya başlamıştı. Sonra da tabaklara üleştirip hepimizin önüne koydu. Kendine tabak almadı. Kabukların olduğu kabı alıp tekrar mutfağa yollandı. Meyvelerin ne olduğunu, babamın hangi filmi izlediğini, matematik yarışmasının sonucunun ne olduğunu hatırlamıyorum. Ama annemin tellerin ardındaki güzel yüzünün hüzünlü hali hâlâ aklımda.

İlerleyen günlerde annemi gizli gizli takip eder olmuştum. Onu sadece birkaç defa suçüstü yakalayabildim. Dolabın önünde bazen bir damla gözyaşına şahitlik ederdim, bazen de derin bir iç çekişine. Öyle zamanlarda hiç sesimi çıkarmazdım. Annem onu gördüğümü, başkaları da onun dolapla olan halvetini bilmezdi. Belli ki annem dolabı dert ortağı bellemişti kendine. Telli kapakları da paravan yapmıştı dünyayla arasına. Kapaklar telden olmasa ben de ağladığını bilemezdim. İçine içine ağlardı sanki. Belki de dolap yutardı gözyaşlarını. Duygularını belli eden bir kadın değildi annem. Hiçbir şeye çok üzülmez, fazla sevinmez, kolay kolay da kızmazdı. Az konuşurdu, hep hüzünlü bir tarafı vardı. Okulumuzla, derslerimizle ilgilenirdi ama nasıl desem, mesafeli bir ilgi. Küçükken ablamla ettiğimiz kavgalara bile sadece uzaktan müdahale ederdi. Onun sakinliği bize de sirayet eder, çok uzatmadan tatlıya bağladık. Babamı da severdi. En azından ben öyle düşünürdüm. Hiç kavga ettiklerini görmedim. Zaten benim babam kimseyle kavga edecek bir adam değildi. İşine gider gelir, yemeğini yer, televizyonunu seyreder, ara sıra bizi gezmeye götürürdü. Bazı günler anneme hediye getirirdi; bir elbise, bir eşarp ya da pahalı olmadığını bildiğimiz bir takı. Annem mahcup bir ifadeyle paketi alır ama hemen açmazdı. Günler sonra giyerdi elbiseyi, dolardı eşarbı boynuna ya da takardı takısını. Babam kaçamak bir bakış atardı anneme sanki bu anı bekliyormuş gibi. Annemin hediyeyi alırken ki mahcubiyeti bu kez ona geçerdi ama bir şey söylemezdi. Belki o da içine içine sevinirdi. Bizim evimizde sesler yükselmezdi; hep beraber güldüğümüz hep beraber heyecanlandığımız bir şey olduğunu hatırlamıyorum. Sağır bir sessizlikle, sükûnet içinde geçip giderdi günler.

Annemin sırrını çözdüğüm gün, menopoza erken giren ve bundan tüm sülalenin nasiplenmesini sağlayan teyzem bizdeydi. Kardeş olduklarına inanmak zordu. Annemin aksine coşkulu bir kadındı teyzem. Ağız dolusu konuşur, hiç susmazdı. Şen kahkahalar atar, bel altı espriler yapmaya bayılırdı. Annemlerin büyüdüğü eski mahallede oturduğu için, her gelişinde bir sürü havadis verirdi; evlenenler, boşananlar, ölenler… Biz tanımazdık çoğunu; o yüzden de pek dinlemezdik ablamla. Ama o gün bir hâl vardı teyzemde, bir karın ağrısı, bir kıvranma. Her zamankinden daha menopozlu görünüyordu. Sık sık pencereleri açtırıyor, elindeki yelpazeyi sürekli sallıyordu. Dersimi yapıyor gibi görünsem de bir kulağım sürekli onlardaydı. Bir ara sustu teyzem, ortalığı sessizlik kapladı. Derin derin içine çektiği tüm nefesi hızla dışarı verirken sinirli bir ses tonuyla, “Çay ver bana!” dedi ablama, “Bir bardak da soğuk su getir!”

Ablam her zamanki asabi haliyle, “Niye hep ben veriyorum yaa! O versin bu sefer de,” diye eliyle beni işaret ettiyse de, annemin ters bakışıyla karşılaşınca bardağı kaptığı gibi mutfağın yolunu tuttu. Odada üçümüz kaldık. Teyzemin göz ucuyla beni süzdüğünü fark ettim ama başımı defterden kaldırmadığım için zararsız görünmüş olacağım ki beni odadan çıkarma ihtiyacı hissetmedi. “Haa!” dedi, sanki o an aklına gelmiş gibi, “Kenan… Kenan da tekrar evleniyormuş… Ayyy, bu ne sıcak! Eski eşinden olan kızını da yanına alıp İzmir’e taşınacakmış.” Ağzından çıkan kelimeleri bir an önce uzaklaştırmak ister gibi elindeki yelpazeyi daha hızla sallamaya başladı. Teyzem, mahalle dedikodularının arasına öylesine sıkıştırılmış bu haberi verirken annemin yüzüne bakmadı. Ama ben baktım. Annem kısık gözlerini, kalorifer peteklerinin üstüne kadar kısaltılmış, çam ağacı desenli tüle dikmişti. Bakışındaki boşluk ürkütücüydü. Kafamı biraz kaldırınca, annemin arkasındaki vitrinde, sarı yaldızlı kahve fincanlarının arasında duran evdeki tek düğün fotoğrafını gördüm. Bir acemi tarafından çekildiği belliydi. Film makarasını geriye sardım; ben oradayım, annemlerin düğününde. Elimde mercekli bir kamera, “Bana bakın, bana bakın! Gülümseyin,” diye bağırıyorum. Babam heyecanını bastırmak için ellerini kenetlemiş birbirine, anneme dokunmuyor. Her zamanki çekingen bakışlarıyla objektife gülümserken, annem kameraya değil yan tarafta bir yere bakıyor. Uzaklarda bir yere… Uzaktaki birine. Kamerayı bırakıp ben de başımı onun baktığı yere çeviriyorum, onun gördüğünü göreyim diye. Ama tülün üzerindeki çam ağaçlarıyla karşılaşıyorum, ötesini görmeme izin vermiyorlar. Kafamı tekrar deftere gömerken teyzem çoktan diğer mahalle haberlerine geçmişti bile. Karşı apartmanının teras katında oturan dul Saniye teyzenin, yeğenleriyle olan miras kavgasını anlatıyordu hararetle.

Teyzem evden çıkınca yirmi numaralı Yenimahalle otobüsüne binmek için on dakika yol yürüyecekti. Arkadaşıma gidiyorum bahanesiyle düştüm peşine, yolun ortasında yapıştım koluna. Nasıl korkmuştu zavallı. Önce sorumu anlamazdan geldi. Eskiden beri aklımın pek yerinde olmadığını ama liseye geçince hepten delirdiğimi söyleyip durdu. “Bırak benim deliliğimi de söyle bakalım, Kenan kim? Anlat yoksa eve kadar gelirim seninle akşamın bu vakti,” diye tutturdum. “Tanıdık biri ayol, mahalleden… Uzaktan akrabamız olur,” gibi bir şeyler gevelediyse de, “İyi o zaman madem tanıdık ben de akşam anneme sorarım,” deyince beti benzi attı. Kolumu çimdikledi o hırsla, bir parçasını koparacak sandım. “Delirdin mi sen? Ne sorması?” dedi dişlerinin arasından. Baktı bırakmayacağım peşini yolun ortasında didişip duruyoruz, kenara çekti beni. Başladı eteğindeki taşları dökmeye. Öncesinde büyük yeminler ettirdi bana; Kur’an hakkı için kimseye bir şey söylemeyeceğim.

Kenan! Annemin eski mahalleden sevdiğiymiş. Teyzem aynen böyle demişti: ‘Sevdiği.’ Üç yaş büyükmüş annemden. O askerdeyken ‘Güzel kız! İtin kopuğun elinde ziyan olmasın,’ diye annemi babama vermişler. Bu cümledeki ‘it’ ve ‘kopuk’, Kenan. Mahallenin bıçkın, ipe sapa gelmez, yakışıklı delikanlısı. Zaten adı da Yeşilçam kokuyor buram buram. Annem daha on altısında! İstememiş babamı, zor ikna etmişler. Aslında ikna da olmamış ya, razı gelmiş daha çok. Apar topar yapmışlar düğünü. Tabii Kenan dönünce yıkmış mahalleyi ama nafile. Annem ablama hamileymiş çoktan.

Teyzemin zembereği boşalmıştı bir kere. Konuşmaya başladı mı kendini tutamaz olayları en ince ayrıntısına kadar anlatır da anlatırdı. Hikâye boyunca “Fena mı oldu? Bak! Ne güzel bir evliliği var. Sizler oldunuz. Mutlu mesut yaşıyor,” deyip duruyor. İkna etmeye çalıştığı kişi ben değilim aslında. Kenan’ın haytalığını, hiçbir işte dikiş tutturamadığını, ilk evliliğinin nasıl olaylı bittiğini, ondan aile babası olmayacağını sığdırıyor birkaç dakikaya. “Halbuki baban öyle mi?” demesiyle irkiliyorum birden. Mideme bir yumruk yemiş gibi kıvrılıyorum. Çocukken mahallede birkaç kez karnıma tekme yemişliğim vardı. Aynı acıyla iki büklüm oluyorum. Babamın Kenan’la kıyaslanması canımı yakıyor. Ona büyük bir haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Babam! Birazdan elinde bir pazar filesiyle işinden evine dönecek olan adam. Biliyor mu acaba bu hikâyeyi? Sormaya dilim varmıyor. Gardım düşüyor, bırakıyorum teyzemin yakasını. Daha fazla dinlemek de istemiyorum zaten. Bu sefer ölüsü üzerine yemin ettiriyor bana; kimseye demeyeceğim. Eve doğru bir iki adım atmışken dönüp, “Teyze!” diye sesleniyorum. ‘Yine ne var?’ der gibi bakıyor yüzüme. “Bu bizim evdeki tel dolap, nereden geldi?” diye soruyorum. Bu soruya hiç şaşırmıyor, hemen uyum sağlıyor yeni konuya. “Ama an, bizim zamanımızda şimdiki gibi süslü püslü şeyler yoktu. Bu dolapları çeyiz için alırdık. Annen de evlenmeden önceki yaz konfeksiyoncuda çalışırken biriktirdiği parayla almıştı,” diyor. Eve dönerken, o yazı, konfeksiyoncuda çalışan annemi, iş çıkışı gizli gizli buluştuğu ve birkaç ay sonra askere göndereceği ‘sevdiğini’ düşünüyorum.

Kahramanlarından biri annem olmasa çok romantik bulabilirdim bu hikâyeyi. Annenin sevebileceğini biliyorsun içten içe ama onu ‘âşık’ düşünemiyorsun. ‘Sevmek’ kadınlığın bir haliymiş de ‘âşk’ değilmiş gibi. Anneler en fazla hediye alınan entariyi giyer, mahcup bir ifadeyle kocasına kaçamak bir bakış atar. Uçuk kaçık, bıçkın bir serserinin asker yolunu gözlemez! Anneler âşık olmaz! Hele de benim annem… Hele de bir başkasına…

Teyzeme ettiğim yemine sadık kaldım. Başıma bir iş geleceğine inandığımdan değil. Unutmak istedim bu hikâyeyi. Zaten kime, ne söyleyecektim? Babama mı soracaktım? Onun bilip bilmediğini ya da neyi ne kadar bildiğini sorgulamaya asla cesaret edemedim. Kendimi bilmediğine inandırdım. Bu hikâyenin kötü kahramanı belliydi. Bazen annemi başka bir evde, başka bir adamla, başka çocuklarıyla hayal ederdim. Orada hep daha mutlu. Yine elma soyuyor kocasına ve çocuklarına ama bu sefer o da beraber yiyor. Gözlerinin içi gülüyor, bir başka bakıyor o adama, babama baktığından farklı. Onun aldığı hediyeleri hemen açıyor, hemen giyiyor elbiseyi üzerine, döne döne dans ediyor eteklerini savurarak. Hemen doluyor eşarbı boynuna, takıp takıştırıyor takılarını. Çocuklarını da kucaklıyor doyasıya kocasını da. Mademki orada daha mutlu, ben de küsüyorum ona; uzaklaşıyorum, bir duvar örüyorum gün be gün. Hiç olmamış hayatı, hiç olmamış kocası ve hiç olmamış çocukları için aklım sıra cezalandırıyorum onu. Bir garip soğukluk, vuku buluyor. Zaten çok yakın olmayan ilişkimiz hepten bir çıkmaza giriyor. O da her zamanki sükûnetiyle kabulleniyor bu durumu. Neden, diye sormuyor, bir şeyleri değiştirmek için uğraşmıyor. Liseyi bitirip üniversite okumak için soluğu İstanbul’da alınca bir de fiziksel mesafe ekleniyor aramıza.

İstanbul’a gidince düşünmedim annemi de Kenan’ı da. Ta ki son sınıfta babamı kaybedene kadar. Haberi, yine sabahın erken bir saatinde arayan ablam vermişti. Sessiz sedasız ölmüş babam, yatağında. Cenaze için Ankara’ya dönerken Kenan düştü aklıma. Yaşıyor muydu acaba? Duyar mıydı babamın öldüğünü? İçten içe sevinir miydi? Annemi bunca yıl sonra aramaya kalkar mıydı? Babamın öldüğü gün onun yasını tutacağıma, annemi hiç tanımadığım bir adamdan kıskanmanın verdiği vicdan azabıyla eve vardım. Cenaze sessizdi. Ablam metanetliydi. Ben de öyle. Yaşadığı gibi uğurlamak istedik belki babamı; gürültüsüz. Annem çok ağladı; yine sessiz sessiz, yine içine içine. Çok üzgün görünüyordu. Ama ben teselli etmedim onu.

Okul bitince İstanbul’da kaldım. Sevdiğim ya da sevdiğimi sandığım bir adamla evlendim. Anne oldum. Evliliğim uzun sürmedi. Karşılıklı ihanetle ayrıldık. Annem, boşandığımı her şey olup bittikten sonra öğrendi. Nedenini hiç sormadı. Hayatın beni savurmasına izin verdiğim zamanlar da anlamsız, hoyrat ilişkilerim oldu. Hayatımda olan biten onca şeyi hiç konuşmadık annemle. Bir araya geldiğimiz nadir zamanlarda şüpheli gözlerle beni süzse de hiçbir şey sormaz, hiçbir şey söylemezdi. “Derin’i daha sık getir,” derdi ayrılırken. Götürmezdim. Üç ay önce öldü annem. Ara sıra tekleyen kalbi bir gece aniden duruverdi. Haberi vermek için arayan yine ablamdı. Annemin öldüğünü duyduğum anda aklımdan geçirdiğim ilk şey doğup büyüdüğüm bu şehre dönmek oldu.

İçimi ısıtsın diye iki elimle sarıldığım kahvem soğumuş, buz gibi bakıyor bana. “Ankara’nın ayazına uymuşsun,” diyorum, “soğuk nevale seni.” Derin geliyor aklıma. Bu ayaz onu da üşütür mü? Sarıp sarmalayabilir miyim küçük ellerini, minik yüreğini? Neleri yanlış yaptım? Bundan sonra ne yapacağım? Ürperiyorum. Kendime sıcak bir kahve daha yapmak için mutfağa giderken kapı çalıyor. Dolabı getirmiş olmalılar. Biraz zımparalayıp ince bir astar atmalarını söylemiştim. Bir de küflenmiş, kopmuş tellerin yerine yenilerini takmalarını. Boyama konusundaki ısrarlarını geri çevirdim. Dolabı içeri taşıyan çocuklardan biri, “Abla bu kadar uğraştığına değecek bir şey değil. Bunlardan kalmadı artık. Yeni bir şey alsan daha ucuza mal olurdu,” diye akıl veriyor bana. Ben bilmiyorum sanki! Dolabı koyacakları yeri gösteriyorum. Paralarını verip gönderiyorum çabucak.

Mutfağın içinde olanca yabancılığıyla duran oraya ait olmadığını bildiği halde hiç renk vermeyen tel dolaba önce biraz uzaktan bakıyorum. Sonra ağır adımlarla yanaşıyorum yanına. Atılan astarın bastıramadığı bir küf kokusu karşılıyor beni. Telli kapaklarını açıyorum usulca. Bu sefer de eski evimizin kokusu doluyor burnuma. Kışlık tarhana, nemlenmiş bisküvi, kurumuş nane… Çocukluğum kokuyor. Ellerimi önce dolabın içinde gezdiriyorum sonra tellerine sürtüyorum. Yürek cızırtısı bu olsa gerek. Bir elimi rafa yaslıyorum, kendimi çok yorgun hissediyorum. Gözyaşlarım süzülmeye başlıyor, onlarla mücadele edecek gücüm yok. Sabahtan beri tuttuğum nefesi üflerken başımı dolabın içine uzatıp, “Anne,” diye fısıldıyorum. O kadar istiyorum ki beni duymasını sesimi biraz yükselterek tekrar sesleniyorum ona. Sesim galiba yankı yapıyor; “Anne,” diye bir ses çarpıyor gerisingeri kulağıma. Tellerin ardından başımı çevirince Derin’in mahmur gözleriyle buluşuyorum. Daha önce hiç görmedi beni ağlarken. Şaşkın bakışlarını üzerime dikiyor. Bir iki adım atıyor bana doğru. Teselli etmek ister gibi yumuşacık çıkıyor sesi. “Anne…” diyor yeniden, “Kaçırmadıysak resim kursuna gidelim.”


Tülay Korkmaz Devrani

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page