top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Usame Yördem- Seni Alkışlarla Dışarı Alalım

(İstanbul'da bir yıl önce tahliye edilen ve sokaklarda yattığını ifade eden şahıs bir kez daha hırsızlık yaparak tutuklandı: "Barınacak yerim yok, cezaevine girmek için yaptım. Pişman değilim.”)

16 Eylül 2021 tarihli gazeteler


Ellerimi veriyorum ona tanıştığımız gün. Niyeyse böyle bir güven veriyor o da bana. İlk anda. Düzgün bir hata bu diyorum kendime, kusursuz bir kabahat. Bir anda atlama hemen, kendine mukayyet ol diyorum kendime. Zihnim, geçmişin bazı anlarına götürüyor beni. Götürüp orada bırakıyor. Gözlerim kapalı gitmişim sanki, dönüş yolunu bulamıyorum. Dönemiyorum haliyle. Orada kalıyorum. Hep. Sesini işitiyorum onun, “Daldınız,” diyen sesini, karşımda, aynı yerde, bir santim bile hareket etmemiş olan sesini. “Yoo…” diyorum, önemsizleştiriyorum cümleyi. O’lar uzadıkça başka bir şey olacakmış hissi oluyor nedense. Avuç içlerim terliyor, yalan söylemekten değil de bir şeyden. (Bir telaş mı yoksa bu?)

“Bilirim, bilirim ben sizi,” diyor bir müddet sonra, gözlerini çıkarmak ister gibi gözlerime dikerek. “Birini ansıdım,” diyorum. Üstünkörü. Kapalı bir ağızla. Gevşiyorum biraz. Üstelememesini umuyor, içimdeki birkaç uzvum. Sessizliğe kapılıyoruz. Aramızda bölüşüyoruz bu ses çıkarmamayı, bir oyunmuşçasına. Sürüyor. “Kimi ansıdınız?” diye sormasını bekliyorum. Sormuyor. Bunun yerine dalgınlaştırıyor suratını. Bunun hoşuma gittiğini söylemiştim, ola ki ondan yapıyor. Avuçlayasım geliyor onu. Tutuyorum kendimi.

Aramızdaki resmiyetin tutkulu bir cazibesi var. Gizem isimli bir cazibe, ola ki. Hoşuma gitmiyor değil ama hep böyle sürecekmiş hissi… Fena ediyor. Onunla ikinci görüşmem bugün, o da ayırdında mı bunun? Bilmiyorum. Ama sanki değil. Belki de ondandır, beni tanımışmış havaları, bilgiç cümleleri… Çok mu saydam duruyor bilemiyorum ama zihnimi bu kadar çabuk çözümlemesi beni tedirgin etmiyor değil. Ona hissettirmemeye çalışıyorum.

Bir mehil sonra saten kumaşını andıran sesi (nereden bu benzetmeyi yaptığımı bilmiyorum ama o geliyor aklıma) zihnimi sıyırıyor düşüncelerimden.

“Evli misiniz?”

Evet, bunu soruyor ve ben de, “Evet,” diyorum nedense. Kendinden emin bir evet üstelik bu. Konuşurken gözlerimi kaçırıyorum ondan; yakalarsa, yalan söylediğim anlaşılacakmış gibi geliyor. Anladı mı yoksa? Gözleri devriliyor. Derin bir nefes alıyor şimdi. Bir şey diyecekmiş de çekiniyor gibi suratı. Deminki surattan başka bir surat bu. Anladı mı, diye sorup duran zihnimdeki kösele düşüncelerden geri çekmeye çalışıyorum kendimi. Biraz da o üstlensin istiyorum. Beni olası kocamla düşleyen bir tarafı çalışmaya başlamıştır içinde, biliyorum. Bir süre duruyor çünkü.

İkinci görüşmemiz ama bir dahası olacağını bilmemenin tedirginliği var üstümde. Gırtlağını temizliyor. “Çocuk…” dedikten sonra duruyor bir süre. Bu sözcüğü soruya devşirecek, anlıyorum oracıkta. Ben, “Bir,” derken o, “Çocuk var mı?” diye soruyor. Aynı anda konuşuyoruz. Daha doğrusu aynı anda işitiyoruz. Denk gelişlerin garipliği siniyor yüzüme. Saçma da olsa bir gülümseme işte. Anlamsızlığı dağıtmak adına, “Bir, erkek,” diyorum. “İsmi?” diyor, tasarruflu bir soru cümlesiyle. “Said,” diyorum. “Öyle hoş ki,” diyorum. Kapı çalınca Said de içeriden vuruyor kapıya. Tak tak. “Dengi oluyor,” diyorum. Kapıya vurduktan sonra, “Kim o,” diyen biri olunca, “Tamam,” diyor Said. Peşinen sürdürüyor konuşmaları. Tuhaf hissettiriyor bu beni. Aralıksız geçiriyorum tüm bunları içimden. Konuşmayı unutmuş gibi duruyor Said’in dudakları bir mehil sonra. Onun konuşmasını beklerken ben susuyorum. Sonra susacak zannediyorum, oysa o, “Fıstıklı çekirdek,” diyor bir anda. Havsalam almıyor bu konuşmanın akışını ya, bozuntuya vermiyorum. Susuyorum. Ben sustukça Said konuşuyor. “Kaç gündür bugündeyiz, geçmiyor bir türlü,” diyor. Susuyor sonra. Ben de susuyorum. O üstelemiyor bu suskunluğu ve gülünce diş etlerinin çekildiği birkaç dişi görünüyor ve dudakları, sahilden çekilen gölü andırıyor Said’in. İçimde bir telaşla yer ediniyor bugüne dönen şeyler. Tuhaflaşan ayaklarımı kıvırıp içime katlıyorum. Onu öpesim geliyor, katlandıkça ayaklarım. Kat kat, kat kat, kat kat…

Neyse ki buna mahal vermeden atılıyor. Sezmiş olmalı, diyorum kendime. Önümdeki boş bardağı havaya kaldırıp arka masalara yönelen garsona gösteriyor. Parmaklarıyla iki işaretini yapıyor ve bardağı gerisingeri eski yerine koyuyor. Tüm bunlar bir devinim, bir ezber gibi geliyor bana. Hayatımızın birçok yerinde, böyle hareketlerle anlaştığımız anlarda yaptığımız gibi yani. Sanki konuşmak mecburiyetimiz yokmuş gibi. Garipsiyorum.

“Resim çekmeyi çok severim ben,” diyor, garipliğimi fırsat bilerek. Dalgın yüzümü silmek istiyorum, içinde bulunduğumuz anın görüntüsünden. “İlgili bir yüz, her şeyi alaşağı eder,” diyor bir ses. “Aaa, ne güzel!” diyorum, kısa ve mesafeli bir ses tonuyla. “Resim mi çekilir, fotoğraf mı salak?” diye sormak geçiyor bir anlığına ya, vazgeçiyorum. Gönlü olsun istiyorum. Sanki onu memnun etmek için buraya gelmişim gibi hissediyorum. Bir fotoğraf çıkarıyor ceketinin iç cebinden. “Bu fotoğrafta, on kişiyiz.” diyor. Saymasını biliyorum, diye çıkışmak istiyorum, bundan da vazgeçiyorum.

“On samimi insan olarak çektirmişiz bu fotoğrafı. Gittiğimiz mekândaki garsondan rica etmiştik,” diyor. Tesadüfmüş gibi bunu der demez, gözlerini içinde bulunduğumuz mekânda dolaştırmaya başlıyor. Grileşmiş gömleğiyle bir garson, iki çay bırakıyor önümüze. Hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor o, ben garsona teşekkür ederken.

“Üstünden zaman geçmiş. Şimdilerde o histen uzağım, elimdeki fotoğraf bana bir şey anlatmaya çalışıyor. Kimse kimseyle görüşmüyor ama herkes iz bırakmış. Size de oluyor mu bu?”

Düşünceli yüzümü kuşanıp uzaklara bakıyorum. Anlamsız buruşukluklar iliştiriyorum kaşlarıma, yanaklarıma. Kırık bir ses işitiyorum. İçimdeki biri, “Manasızlık bu,” diyor. Vakti gelmiş gibi, öğretmen günler sonra arka sırada duran çocuğa söz hakkı vermiş gibi geliyor.

“Biri vardı,” diyorum, “önceden yani, evlenmeden önce…” Yalanımı sürdürüyorum niyeyse. Evli olup da neden burada olduğumu sorguluyordur muhtemelen, havsalası almıyordur veya bir yakıştırma yapıyordur kendi çapında ya, üstelemiyorum. “Beni hep sev dedim ona. Yalandan olsa gerek, yüzü buruşurken, “Tabii ki,” dedi. Ki bağlacını yutkunurken söylemiş gibiydi. Sahiciliğini yitirmişti sanki. Her şey. Onunla anlam kazanan yerlerimi yeniden düşünmeye başladım. Oradaydı. Henüz gitmemişti. Niyeyse gidecek gibi bir duygu yoktu içimde. Bir şeyi, ondan önce söküp atmışım gibi içimden. Bir hafiflik, bir serinlik, bir boşluk duyumsadım o sıra. Kederin kolları dolandı boğazıma. “Yassı bir hayat, nasıl olabilirdi?” diyorum peş peşe. Çıt çıkarmadan dinliyor beni. Bir masaldaymışız gibi. Yahut bir masal dinliyormuşuz gibi.

Bir şey demiyor, çayına şeker atıyor. Karıştırırken cama çarpan çay kaşığından ritmik sesler yayılıyor. Zihnimde çarpıyor sanki.

“O biri,” diyor neden sonra -evli olduğuma değil, o birine takılıyor, garip- “O biri dediğiniz, Said’in babası mı?” Başımı hayır anlamında sallıyorum. Ne düşünüyordur şimdi hakkımda, kim bilir… Kendisiyle birlikte üç kişi oluyor, üç kişiyle aşk yaşıyorum resmen.

“Peki, ona ne oldu?” diye soruyor.

“Bir zaman sonra kitaplarda hayatları görmek yerine, hayatlarda kitapları görmeye başlıyor insan. Sahici olan öyle can acıtıcı ki…” diyorum. “İçe açılan pencerelerde bekledim çok uzun süre.” Beni izliyor yalnızca. Onu, ona anlattığımı anlamıyor mu ne?

“Öldüğü gün…” diyorum, yutkunuyorum. Ciddiyetimi anlıyor.

“Öldüğü gün, ellerimi geri veriyor bana…” Darmadağın ediyorum onu.


Usame Yördem

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page