top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Usame Yördem- Önlü Arkalı Kimlik Fotokopisi

“Tanrı en ağır yükleri, en ince iplere asar.”

Emerson

 

Sen devlet hastanesinin izbe bir odasında, senelerce uğraşmamızdan ve onlarca doktor gezmemizden, bir sürü tüpe örnekler vermemizden sonra doğduğunda çok mutlu olmuştum ben. O gün, doğumhaneden içeri almamışlardı beni ancak kapının önünden de ayıramamışlardı. Sonra güler yüzlü hemşire gelmişti ve orada öylece seni beklerken senden önce, sana ait bir belgeyi -doğum belgeni; isminin olmadığı, yalnızca doğum tarihi ve saatinin yazılmış o kâğıt parçasını- tutuşturmuştu elime ve tebrik etmişti.

Ameliyathane kapısı açıldıkça yüreğim kanatlanıp uçuvermişti. Bir ara kapı açılırken kapıdan başımı uzatıp seni görmüştüm. Ufacıktın orada. İçeri girememiştim ben. Orada kalıverirken, koridorun duvarlarında sesim yankılanmıştı sonra. “Çocuğum oldu benim!”

Heyecandan yerimde duramamış, aşağı yukarı gidip gelmiştim. Beni görenler, dalga geçercesine yüzüme bakmış ve yanlarındakilere beni göstermişlerdi. Kapıdan, güler yüzlü hemşire çıkarmıştı seni. Seni ellerime alırken, ayaklarım yerden kesili kesilivermişti sanki. Uçuvermiştik seninle.

 O gün ayrılmıştık hastaneden: ben, annen ve sen. Pangaltı’ya, panjurlu iki katlı evimize gitmiştik. Sana ait bir odayı, daha aylar öncesinden -doğacağını öğrendiğimiz günden- hazır etmiş ancak yanımızdan, odamızdan ayırmak istememiştik seni. Sana bir şey olacağını, başına bir şey geleceğini, durduk yere öleceğini sanmış, annenle evhamlanmış ve kuruntu çiçeklerimizi sulayıp durmuştuk.

Sana alışmak, geceleri uyanıp sana bakmak, sabahları uyanır uyanmaz yüzünü izlemek olmuştu ve böyle geçmişti ilk günler, ilk haftalar. Aylar ve yıllar böyle geçmişti. Bir anda büyüyüvermiştin sonra. Kaçırdığımız bir şey varmış gibi tedirgin olmuştuk biz. Emeklemiş, yürümüş, okula gitmeye başlamıştın. Nasıl da hızlıydı zaman!

Müteşekkirdik yaşama; peşinden koştuğumuz şeyi -seni- geç de olsa bize vermiş olduğundan. Sen o sırada önce ilkokulu, sonra ortaokulu bitirivermiştin. Ardından ilk gençlik-erinlik ve lise takip etmişti birbirini.

Ergen bir çocuk olarak şiddetlenmelerin sonra… Diklenmelerin, “Benim için ne yaptınızlar?”, ayna karşısında saatler geçirirken, saçlarını jöleyle şekillendirirken, annenle bana dönüp, “Nasılım?” diye soruşların. İyiydin, hep çok iyiydin bize göre. Yüzünde sivilceler ve uçları belirmeye başlayan tüyleri göstermiştin bize ve “İyi filan değilim,” demiştin sinirle. Mutsuz olduğunu düşünüp annenle evhamlanmış ve yeniden sulamıştık kuruntu çiçeklerimizi. Mutsuz olmanı istemez ve sana, mutsuzluk dışında her şeyi vermek isterdik.

Tutup hastanelere götürmüştük seni. Kutu kutu ilaçlarla dönmüştük eve, o ilaçları avuç avuç yutacağını düşünemeden. Annen çok ağlamıştı, ben pek ağlamamıştım. Odandan dışarı çıkmadan, hiçbir şey yapmadan beklemiştin sen de. Yanına gelip havadan sudan konuşmuştuk seninle. Şakayla karışık dürtmüştüm seni. Sonra, ilaçları aldığını sana unutturmak için cinsellikten bahsetmiştim, yeri değil ancak vakti gelmiş gibi. Utana sıkıla beni izlerken kızarmıştın ve sonra konuyu değiştirmiş ve tıraş olmakla ilgili öneriler vermiştim sana ve nasıl tıraş olacağını göstermiştim ve sen, aynanın karşısına geçip tek başına tıraş olmayı denerken, yüzünün olur olmadık yerlerini kesivermiştin. Annen, bir güzel haklayıvermişti ikimizi.

Bir şekilde lise bitiverdiğinde, mezuniyetten hemen sonraki gün yurtdışına gideceğini söylemiştin. Ne işin varsa orada… Akşam yemeğinde söylemiştin bunu. Seninle birbirimize çok yakın olduğumuzu düşünmüştüm o ana kadar. Annenle aynı anda öğrenmiştik bu kararını ve kararının neresinde olduğumuzu anlamak istercesine birbirimize bakmıştık. Başka bir şey demeni beklemiştik, müsaade istemeni, bir sebep sunmanı, bizden sıkıldığını veya olduğumuz yeri sevmediğini. Hiçbir şey dememiştin oysa. Susmuştun sadece.

Senden gizli, saatlerce konuşmuştuk annenle bu konuyu. Seni desteklememiz gerektiği konusunda mutabık kalmıştık. Karşına çıkıverecek son engelin, yanı başından belirmesinin seni üzeceğini, öfkelendireceğini düşünmüştük. Biraz uzaklaşmanın, aylarca kullandığın ne idüğü belirsiz ilaçlardan sana daha iyi geleceğini zannetmiştik.

Sana upuzun bir baba konuşması yapmak için günlerce rol yapmıştım sonra, kendini kesiverdiğin aynanın karşısına geçip. Başaramamıştım.

Seninle verandada karşılıklı otururken, üstümüze ter ve nemin bunaltıcılığının yapışıverdiği bir gün, baba-oğulu oynamıştık seninle, karşılıklı oturmuş, bir süre birbirimizden bahsetmiş, sonra sıkılmış ve tavla oynamıştık. Her zamanki gibi, o gün de yenmiştim seni tavlada ve sen, daha da hırslanmış halde, koltukaltına aldığın tavla takımını sinirle alıp kalkmıştın karşımdan. Arkandan bakmıştım uzun uzun ve şunu düşünmüştüm, hayatın içinde, yenilginin de olduğunu bil!

Sen öfkeden bir küpe dönerek tavla takımını alıp giderken arkandan sesimi yetirip “Nereyi düşünüyorsun?” diye sormuştum. Arkanı dönmeden, öfkeli sesinle “İzlanda!” demiştin ve ben, günler boyunca İzlanda’yı araştırmıştım ve hayatının içindeyken, sana uzak, çok uzak kalıverdiğimi anlamıştım. Belki de bunun önüne geçmek, sana daha yakın olabilmek için soruvermiştim nelere ihtiyacın olduğunu.

“Doğum belgesi ve önlü arkalı kimlik fotokopisi,” demiştin sen. Sen bunu der demez, doğduğun güne gidivermişti aklım. Belgeni elime ilk alışım sonra. Aynı gün koşturarak nüfus müdürlüğüne gidip de kimliğini çıkartışım. Kırtasiyeden, kimliğinin bir fotokopisini alışım...

Şaşkınlıktan küçük, büyük bütün dillerimi yutuvermişsem de ne zaman gideceğini sormamıştım sana, gitmek istemene yüreğim iyiden iyiye razı gelmediğinden. Annenden öğrenmiştim birkaç hafta sonra gideceğini. Bana neden söylemediğini düşünmüştüm. Sonra doğum belgesinin ne işe yaradığını araştırırken, oturma izni, vatandaşlık, evlilik gibi işlemler için yurtdışında bu belgenin kullanıldığını öğrenmiş ve gidip de dönmeyeceğini düşünmüştüm niyeyse. Annene, bu konudan hiç bahsetmeden bilet işlemlerini halletmiştim. Saatler boyunca ekran başına kitlenip kaldıktan sonra biletinin çıktısını, doğum belgeni ve cüzdanından bir ara alıverip de fotokopi çektirdiğim kimliğinin önlü arkalı fotokopisini, yatağının baş ucuna bırakıvermiştim gideceğin günden önceki gece.

Sabah, seni uğurlamaya annenle beraber gelmiştik. Havaalanında uzun uzun sarılmıştık birbirimize. Sakalların nasıl da uzamıştı, hayret etmiştim. İlkin o zaman görmemiştim ancak her gün görüverdiğim o kıl yumaklarının farkına sanki o gün varmış ve bundan, kendimi kötü hissetmiştim. Aramızda görünmez bir duvar varmış da duvarın iki farklı tarafındaymışız ve aramızdaki duvardan dolayı birbirimize uzak, çok uzakmışız gibi gelmişti. Kendini kesiverdiğin zamanların gelmişti aklıma. Sonra, her şeyi yoluna koyacağına inanmıştım sırtına konuveren ellerimi çekerken. İlaçlarını yanına alıp almadığını sormuştum sana, sen annenle vedalaşırken. Ona, benden daha uzun sarılmıştın ve o, seni öperken yüzünü asmıştın bana. Ancak o suratla gidişine gönlüm elvermediğinden kaşlarımı çatıp şakayla karışık dürtmüştüm seni. Gülüverir gibi yapmıştın. Bize el sallaya sallaya geçivermiştin turnikeden. Annen çok ağlamış, ben pek ağlamamıştım. Seni uğurlayıp eve döndükten sonra her şey manasız gelmiş, evin tüm duvarları boş boş suratıma bakıvermişti. Annen bir odaya çekilirken bense verandaya gitmiş ve tavla takımına bakmıştım. Gitmeseydin, sana bile isteye yenilebilirdim o gün.

Verandadan kalkıp içeri girecekken, cam perdenin ardındaki tül perde aralanmıştı ve sana ait birkaç eşyayı koklarken, bu eşyaları yüzüne gözüne sürerken görmüştüm anneni.

 Zaman duruvermişti sonra ve günler ardı ardına geçiverse de hep aynı günmüş, sensizlik ertesiymiş gibi gelmişti. Neredeyse her gün seni aramıştık. Önce annen konuşuyordu, sonra ben. Sıkılarak ve geçiştirerek konuşsan da arayıp durmuştuk. Aklımız sende kalmıştı çünkü. Sonra sen, bu bunaltıcı telefon trafiğine öfkelenmiş, seni aramamamızı, vakit buldukça senin bizi arayacağını söylemiştin annene son telefon görüşmesinde. Telefonu çat diye kapatmıştın benimle konuşmadan. Annen, çok ağlamış, ben pek ağlamamıştım. Annen, “Sesi kırılgan gibiydi,” demişti, ağlamadığımı görünce. Yine de ağlamamıştım.

Sonraki günler aramanı beklemiştik. Aramamıştın. Her telefonu sen diye açışlarımızdan birinde, büyükelçilikten aranmıştık. Gidişinin üçüncü ayıydı. Telefona annen bakıvermişti. Telefonu kapattıktan sonra, “Kendini asıvermiş,” demişti. Bu kadar. Kendini asıvermişsin. Ona da böyle söylemişler. Aklıma, örnekler verdiğimiz tüpler gelmişti ve o tüplerin seni zehirlediğini düşünmüştüm ve nedense iyiydin, hep çok iyiydin bize göre.

Annen, ağlama krizleri sonrası bayılmıştı ve ben, dürte dürte ayıltmıştım onu. Bir ara, salonun ortasına yığılıveren anneni kendine getirmeye çalışırken kendimi nasıl kendime getireceğimi düşünüp durmuştum. Kuruntu çiçeklerimiz soluvermişti. Ve ertesi gün seni almaya gelmiş, morga inmiştik annenle. Onun koluna girmiştim ben ve yol boyunca annen, çok ağlamış, ben pek ağlamamıştım. Birer birer iniverirken merdivenleri, seninle oynadığımız tavlalar gelmişti aklıma. Anlamıştım ki artık ben sana yenilecektim. Bana yenilmeyi öğretmiştin.

Morgun kapısında bayılmıştı annen ve ben, dürte dürte ayıltmıştım onu. Sonra oracıkta, bizden başka kimsenin olmadığı o koca koridorda beklerken bir şeyini kaybeden yalnızca bizmişiz gibi gelmişti. Sonra asık suratlı imam gelmişti ve orada, öylece seni beklerken senden önce, sana ait bir belgeyi -ölüm belgeni; ismin, ölüm tarihi ve saatinin yazıldığı o kâğıt parçasını- tutuşturmuştu elime ve teskin etmişti. Ayaklanıp gasilhane kapısına gitmiştik sonra annenle. Kapıdan başımı uzatırken seni görmüştüm. Ufacıktın orada. İçeri girememiştik. Orada kalıverirken, koridorun duvarlarında sesim yankılanmıştı sonra. “Çocuğum öldü benim!”

Kapıya çıkarmışlardı sonra seni, bir tabutla. Çakılıvermiştik seninle. Cenaze aracının arkasına seni bir çuval patates, bir torba soğan yükler gibi yüklediklerinde birilerini aramayı niçin akıl etmediğimizi düşünmüş, buna değil de patates, soğan gibi seni düşünmekten, öfkelenecek bir şeye gereksindiğimden öfkelenmiştim. Sonra, aracın şoförüne soruvermiştim nelere ihtiyacı olduğunu.

“Ölüm belgesi ve önlü arkalı kimlik fotokopisi,” demişti şoför.


Usame Yördem

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page