top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Vildan Ertürk- Marco Polo'ya Abonman

Bugün, farklı olsa… N’olur bu akşam başka olsa!.. Bu akşam gelmeseler!

Gelecekler. Hiç şaşmadı ki. Tam sekizde, kapıdan girecekler. Anne önde, oğul arkada… Cenaze alayı adımlarla… Hep aynı giysiler içinde. Annede siyah bir tayyör, düğmeleri sıkı sıkı kapalı ceketin yaka boşluğundan gözüken beyaz ipek bir bluz. Belki sadece bir yakalıktır. Hiçbir zaman ceketinin önünü açmadı ki. Oğulda siyah takım elbise, beyaz gömlek. Onunkinin gömlek olduğundan eminim. Geçen yıl baharda, havayı sıcak bulup bir kez açmıştı ceketinin düğmelerini. İkisinin de ayakkabıları, her zaman temiz, bakımlı ve siyah, haliyle. Saçları siyah, donuk. Anneninki kırlaşmış; arkadan, sımsıkı toplanmış. Oğulunki biraz uzun, hafif dağınık. Yüzleri, bakmaya korktuğum, bana bu karabasanları yaşatan yüzleri.

İyi ki haftada bir gün lokanta kapalı da dün yüzlerini görmedim. N’olur, bu akşam gelmeseler! Diğer arkadaşların masalarına, tüm otele servis yapmaya razıyım. Yeter ki onlara yapmayayım. Ben onlardan böylesine kaçarken neden özellikle beni istediklerini bir türlü anlayamadım. Patrona kaç kez söyledim, “Beni bu görevden azat et,” diye. Yok velinimetimizmiş, yok böyle sürekli müşteri bulunmazmış, dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse, her gece aynı lokantada, üstelik de böyle beş yıldızlı bir otelde yemek yemezmiş, miş, miş, miş! Yalvardım ama olmadı. Mutlaka beni istiyorlarmış. Ekmek parası diye diye, her gece çekiyorum aynı çileyi. Neyse… Dertlenmekle bir şey değişmiyor nasıl olsa. Saatleri yaklaştıkça sinirlerim geriliyor, diğer müşterilerle ilgilenemiyorum.

Masaların çoğu doldu bile. Daha hiç kimse onları atlatıp sekiz numaralı masaya rezervasyon yaptırmayı başaramadı. İlle benim servis yaptığım sekiz numaraya oturacaklar. Bu sekizin kesinlikle uğursuz bir anlamı vardır. Kadın sekiz koca mı eskitmiş acaba? Belki de ana-oğul birlikte cinayetler işlemişlerdir, sekiz de kurban sayısıdır. Elbette ya… Bugüne kadar nasıl düşünemedim? Onları bağlayan bir sır var, bir suç ortaklığı! Bu kadar parayı nereden buldular acaba? Güya kocasından kalmış, ölümünden beri de onun vasiyeti üzerine her akşam burada yemek yiyorlarmış. Vasiyete bak! Adamın Hilton’a vefa borcu vardı herhalde.

Belki de onlara böyle bir ceza uygun gördü. Şehrin en lüks lokantası bile olsa her akşam aynı yerde yemek bir tür işkence olmalı. Hiç kimse cesaret edip soramadı, soramaz da.

Kadın kocasını öldürdü mü acaba? Hem de bu otelde. Olur mu, olur. Ama öyle bir şey olsa bilinirdi. Belki otel kurulmadan önce yapmıştır. Burası boş bir arsaydı. Öldürmüş ve buraya gömmüş olabilir. Oğul da cinayete şahit olmuş, ondan böyle garipleşmiştir.

Aslında garip olan anne, bence. Oğul her şeyiyle onun gölgesi. Nasıl dayanılır böyle bir yaşama? Belli ki bu birliktelikleri yalnız akşam yemeklerinde değil. Her anlarını paylaşmasalar böylesine bütünleşmiş bir görüntü veremezlerdi. Yine de anlayamıyorum. Oğul hiç mi isyan etmez bu işe? Bir arkadaşı, sevgilisi yok mu? Ben olsam annem falan dinlemezdim. İki dakika, o kadar! Bitireceksin işini, ver elini özgürlük ondan sonra.

Saat kaç oldu? Sekize on var, on dakika kaldı. Gelmeseler ne yaparım acaba? Çok sevinirim ya, bir boşluk hissedeceğimden de eminim. Ne tuhaf… O ölü suratlarına alışmışım galiba. Mezardan çıkmış gibi bembeyaz iki yüz. Renksiz, anlamsız, çıkıntısız, kaşsız, kirpiksiz, ışıksız…

Masada bir eksik olmasın, kontrol edeyim. Vazo ve çiçekler annenin sol tarafında, tuzluk, karabiberlik oğulun sol tarafında. Menüler onlar gelmeden masalarında hazır olacak, anneye Fransızca, oğula İngilizce menü… Ama sonuçta her akşam aynı yemekler Türkçe olarak sipariş edilecek. Yüzlerinde bir ufacık gülümseme yakalasam, dalga geçiyorlar diyeceğim. Asla! Son derece ciddi, menü incelenecek, uzun uzun düşünülecek, şefin önerisi sorulacak ve iki soğan çorbası, anneye levrek ızgara, oğula tavuk şinitzel (kırmızı et yemezler), anneye mevsim salata, oğula Akdeniz salata, anneye tiramisu, oğula vanilyalı dondurma, üstüne de iki espresso ısmarlanacak. Şarap, beyaz tabii ki, gelince yemek töreni de başlayacak. Aynı anda ikisi de peçetelerini alıp kucaklarına serecekler, birbirlerinin yüzüne donuk bakarak annenin kadehine tadımlık koymamı bekleyecekler, anne, “Tamam,” diyecek, oğul da başıyla onaylayacak. “Şarap kovasındaki buz yeterince bol mu?” diye soracaklar, öyle olduğunu söyleyeceğim. Kadehlere çok az şarap koymam gerektiği, fazla doldurursam şarabın ısınacağı konusunda beni uyaracaklar. Masadan uzaklaşmamı bekleyecekler, yeterince uzaklaşınca, ikisi aynı anda, vücutlarıyla aynı kol açılarında kadehlerini tutacak, aynı yavaşlıkta kaldıracak, ağızlarına götürecek, birer küçük yudum alacaklar. Yüzlerinde asla göremediğim bir zevk belirtisi arayacağım. Sonra yemeklere geçilecek. Önce salatalar, sonra çorbalar, daha sonra etler, aynı ritim içinde, aynı çatal-bıçak hareketleri, aynı minik şarap yudumlarıyla bitirilecek. Son kadeh şaraplar tatlıya ayrılacak. Kahveler, tatlıların son lokmasında hazır olacak. Hesap, nakit parayla ödenecek, bahşiş, hep aynı.

Aman! Sekiz numaralı masaya genç bir çift oturmak üzere. Bizimkiler nasıl böyle bir hata yapar? Hemen engel olmalıyım. Yoksa kabak benim başıma patlar. Oturdular bile.

Rezervasyon listesine bir bakmalı.

Çok tuhaf… Sekiz numaralı masa gerçekten başkalarına ayrılmış. Nasıl olur? Acaba başlarına bir şey mi geldi? Geldikleri gibi, esrarengiz bir biçimde kaybolacaklar mı yoksa? Yoksa hiç var olmadılar mı? Ben neden bu kadar etkisindeyim bu ikilinin? Sakin olup listenin tümünü kontrol etsem daha akıllıca galiba. Evet, işte buradalar, ne yazık ki. Ama dokuz numaralı masa, saat dokuzda. Yine benim servis masam. Benden vazgeçemiyorlar. İlk kez böyle bir değişiklik yapıyorlar. Nedeni ne olabilir? Ben de sanki her şeylerini çözdüm de bir bu davranışları kaldı. Onların neyi niye yaptıklarını anlamak olası mı ki? Yoksa düşündüklerim doğru mu? Bir kurban daha mı?

Daha bir saat var gelmelerine. Rahat rahat diğer masalarımla ilgileneyim. Sekiz numarada değişik yüzler görmek ne hoş. Gencecik bir çift. Parlak renkli giysiler içinde. Yüzleri gülüyor. Onlara seve seve servis yaparım. Kapris de yapsalar katlanırım. Uzun zamandır bu saatlerde böyle neşeyle servis yapmamıştım. Şu masadakileri iyi güldürdüm esprilerimle. Sürekli müşterilerin de ilgisini çekiyor bu anne-oğul. Bana soruyorlar, neyin nesi olduklarını. Bilsem…

Zaman ne çabuk geçiyor. Sipariş al, şarap aç derken saat dokuza yaklaştı. Şu dokuz numaralı masayı gözden geçireyim. Saatleri ve masa numaraları değişti diye kaprisleri de değişecek değil ya! Tuzluk, vazo, peçeteler, hepsi yerli yerinde. Menüleri de koyayım. Teftişe hazırız.

Saat tam dokuz. Başka değişikler de olacakmış gibi bir duygu var içimde. İşte, geliyorlar! Olamaz! Oğul önde, bir terslik var, nasıl olur? Üstelik siyah giymemiş. Yanılıyor muyum? Lacivert spor ceket. Pantolonu da kot mu yoksa? Anne? Anne yok! Doğru mu görüyorum? Yok, gerçekten yok. Oğulun yüzüne renk gelmiş. Nasıl bir mucize gerçekleşti? Dualarım kabul mu oldu. Yarısı, elbette… Adımları da çevikleşmiş gibi. Masayı göstermem gerekiyor.

Biliyordum, böyle olacağını biliyordum. Öldürdü annesini. Nasıl da rahatlamış bir yüzü var. Kurtuldu, elbette. Siparişlerini verirken nasıl da sakin. Her şey yine aynı. Bir tek tatlıyı değiştirdi. Her zaman annesinin yediği, tiramisu. Ölüye saygıdan olsa gerek. Annesine ne olduğunu sorsam mı? Ama nasıl? Şimdiye kadar hiç özel bir şey konuşmadık ki. Servisi yaptıktan sonra, belki.

Nasıl öldürdü acaba? N’olacak? Boğazını sıkıvermiştir. Şöyle iki eliyle boynunu iyice kavrayıp başparmaklarıyla da gırtlağına bastırıverince, tamam! Belki de yüzüne yastık kapamıştır, gözlerini görmemek için. Ufak tefek bir kadın, çabucak olup bitmiştir. O incecik, buruşuk elleri nasıl da titredi kim bilir? Kendini savunmaya kalkmış mıdır? Oğul akıllı, annesinin ellerinin üstüne dizlerini koyup kıpırdamasını engellemiştir. Kadının bacakları seğirmiştir bir iki kez, sonra düşüvermiştir. Bütün bunları polise nasıl açıkladı? Belki de hiç haber vermemiştir. Ben delirdim mi? Niye böyle şeyler düşünüyorum? Belki kadın hastadır, bugünlük gelmemiştir. Ama oğuldaki değişiklik hiç normal değil. Nasıl sorsam?

O da ne? Oğul bizim şefle konuşuyor. Şef kendiliğinden mi gitti, o mu çağırdı? Benimle ilgili olmasın? Yok canım… Hiçbir hatam olmadı ki, tatlıyı da kendisi değişik istedi. Uzun uzun da konuşuyorlar. Çok merak ettim. Bir bitse sohbetleri. Benimle de konuşur mu acaba? Birazdan kahvesini götüreceğim. Annesine ne olduğunu sorsam? Bütün cesaretimi toplamalıyım. Tamam, işte gidiyorum. Tam espresso zamanı.

Lafa nerden girsem? Tatlıyı değiştirdiğine göre…

“Efendim, tatlınızı beğendiniz mi? İlk kez alıyorsunuz.”

“Evet, mükemmeldi. Doğru, ilk kez tadıyorum. Annem tiramisu yememe izin vermezdi.”


Vildan Ertürk

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page