Öykü- Yasin Gültekin- Masum’un Kalbini Yormayın
- İshakEdebiyat
- 3 dakika önce
- 6 dakikada okunur
Bir imgenin insana dönüşmüş haliydi.
Yaşamın adsız durağında solgun bir gökyüzü uzuyordu içinde. Uzayan kalbiydi. Derinlerdeydi, bu onun hüzün nedeniydi, şimdilik ona ilişmeyelim, sadece dinleyelim.
Gözlerinde ölümden dönmüş bir insanın yaşanmışlığı vardı. Derin bir boşluğa saplanıp kalıyordu gözleri. “Bazen çok güzel susmak gerekir” diyordu boşluğun içinde eriyen gözleriyle. Kendi içiyle çok meşgul biriydi. O da bu şehirdeki tüm insanlar gibi yalnızdı suçlu bir tedirginlik gibi.
İçindeki umut kırıntılarıyla dünyaya bomboş bakan gözleri, içi, ruhu yerini yurdunu kaybeden bir bedevi gibi çoktan gitmişti. İncecik boynu, avucunda emanetmiş gibi duran kafasını taşıyamıyordu. Çıt, kırılacakmış gibi. Pencerenin önündeki kanepeye uzanmış, içi gibi olan hançer siyahı bulutları izliyordu. Bir ahlât ağacı kadar gölgelendirici, renksiz, şevksizdi bir başına. Yalnız okunan mektuplar kadar yalnızdı okundukça harfleri azalan. Kanın nasır bağlanmışlık kapısındaydı.
Bir yutkunmalık zaman tanıdı kendine. Bilinen bir filmin mimikleriyle kırpıştırdı baktıkça baktığı yere uzayan gözlerini. Zihninde tamamlamaya çalışıyordu düşüncelerinin gerisini. Acının kimseyi dışarıda bırakmadığı saatlerde, esmer bulutlara bakıp:
“Şu bulut, bir şeye benzemiyor, bu da bu... Bu da neden?” diye düşünmeye başladı.
Masum, ölümün ve acının anıtlaşmış haliydi. Otuz iki yaşındaydı, ama kendisini yüz iki yaşında hissediyordu.
Anası bir bardak süt getirdi, içmedi. Tatlılar getirdi, tatmadı. Bir müddet sonra ağıl ağıl ağlamaya başladı anası usuldan usuldan. Masum, aldırmadı bile. Ağzı, içi gibi acıydı tek kişilik bir ülkenin mutsuz yurttaşı gibi. Yanaklarının içi iki dere gibi. Dilini gezdiriyor ağzının içinde. Yutkunuyor acı acı. Acı, hayatında en önemli tat olmuştu sanki.
Uyuz bir kibrit çöpü gibi yanıp sönen Mart güneşi, tepede gecikmiş baharlarda bildiği, tanıdığı güneş... Otlar hafiften canlanmış. Dallar, sert rüzgârda eğilip bükülmeye başlamışlardı. Kalbi, bedeninin bir yerinde kendisinden habersizmiş gibi atıyor. Kalbe iş verilmeden de çalışıyor. Kan da dolaşıyor damarlarda. İyi de bunlardan Masum’a ne? Atmasın kalp, akmasın kan, gelmesin bahar, açmasın güneş!
İçinde, iyi sözün gölgesi dahi bulunmuyordu.
Çok derinlerde, bir yerde bunu biliyordu. Bunu bilmek, kendisini uzaklara çekmişti. Uzandığı kanepeyi, kanepenin üstündeki örtüyü, halıları, yastıkları öylece, ses etmeden kendisiyle beraber bir uçurumdan iple sarkıtıyorlardı sanki. Uzun bir süredir her şey yukarıda, her şey aşağıdaydı onun için. Kendisi kefeleri olmayan bir terazide, boşlukta sallanıyor gibiydi. Bir nehir olsa, su olsa binse üstüne Feriha’ya bir el etse...
Feriha, su kenarında çamaşırları sinirinden çat, çat, çat diye döverken ona gülümseyip bir geçse... Yanakları al al olsa... Saçları tel tel esmer… Gamzeleri çukur çukur gök... Gözleri kuyu kuyu hayat... Masum’u görmüyor bile.
Feriha, uzakta iki büklüm, uzaktan bir karaltı gibi el sallasa o da yeterdi.
Feriha, ömründe bir feryat gibiydi. Onu müfredata uygun bir dille sevmişti.
Olmuyordu. Üzülüyordu, sinirleniyordu.
Sinirlendiğinde, şah damarı bir boru gibi şişiyordu.
Binlerce kez izledi kendini düşüncesinde. Başka birinin gözlerini yaşıyormuş gibi üstünde, kendinden başka herkesin gözleriyle.
Çoktan ölmüş çocukluğunun düşleri arasında yuvarlanırken, babasının sesini duydu:
“Hanım, yastık altındakileri ver de Masum’u hastaneye götüreyim.”
Ama Masum ümitler veren, onca gereksiz laf ebeliği yapan doktorları, hemşireleri görmek istemiyordu. Oraya gideceğime ömrümü şu kanepede, sırtımı zaman denilen ilaca vererek geçirsem daha iyi diye düşünüyordu.
Kışların üzerinden kaç yazın geçtiğini güzlerin altına nice ilkbaharları koyduğunu, anasının günden güne ağaran saçlarını, babasının kaşlarının, bıyıklarının günden güne sarardığını gördüğünde, belki o zaman anlardı büyüdüğünü.
Bunların hepsi harmanlanmış bir top gibi üzerine geldiğinde çıtı çıkmayacak. O da bunun farkında. Ve korkmuyor da bundan. O, bu harmanlanmış topu istiyor, ezsin, yıksın istiyordu.
Gülüşü çoktan durmuş, sesi boğazına saplanmış, gözlerinde hep bir güvercin şaşkınlığı dururdu. Kalbi sıkışıyordu. O, dünyaya yanlışlıkla gelmiş bir zavallıydı. Konuşmaya çalıştığında, sesi kırılmış bir bardak gibi dökülüyor yere. Gözleri, mevsimsiz açan bir çiçek gibi soluyordu.
Düşüncelerinin kirli ayak izleri, göğsünün üzerinde geziniyor. Bu yoğun sessizlikte ruhuna cennetten bir yaprağın düşmesini bekliyordu. İadeli, taahhütlü dualar yolluyordu tanrısına, lakin kabul olunmuyordu hiçbiri. Düşüncelerinin ayak izleri kulaklarının içine içine kaçıyordu. Kulaklarını elleriyle kapatıyor, nafile. Ses, bir tutsak olup kalıyor orada. Daha bir dövüyor, dövüyor, yokluyor, yokluyor, sarsıyor bütün kapıları. Ne var ne yok, ayakuçlarına yığılıyor. Pencereden gereksiz kalabalıklar yığınına bakıyor. Baktıkça susuyor, sustukça bekliyor.
“Masum?”
“...”
“Biliyor musun, ben senden korkuyorum,” dedi Feriha.
Feriha, Masum’ un gözlerinde dümdüz bir çizgiydi, incecik.
Kazanın kulpuna benzeyen kaşlar, siyah kirpikler, yuvalarından fırlayacakmış gibi bakan gözler, dut karası ağız, beyaz ten, yer yer kırmızılıkla dağılıveren yanaklar; Masumdan korkmuş da bu çizginin içine saklanmışlardı sanki. Çizgiydi konuşan sürekli. Dağılmadan, eğilmeden, kırılmadan, dümdüz.
Ayakları...
Ayağı.
Kolları...
Kolu.
Da kalbi gibi soğumuştu her şeyden. Yitire yitire, azala azala içinden büyütüp de adı bilinmeyen otlar gibi büyüttüğü sevinçleri, kırılmıştı. Yaşamın, bir intihar olduğunu o zaman fark etti. Feriha, ömrünün tek atkı ipliğiydi. O da yoktu kolu, ayağı gibi. Yabancı bir gölge gibi dolaşıyordu yaşamının ortasında, karanlığını sık sık bir yorgan gibi üstüne çekerek. Son çocukluk masalıydı Feriha. Onu da elinden uçurursa, hangi uçurtmanın ipine tutunacağını bilmiyordu.
Masum, iri âdemelmasını yutmayı deniyor; tepesindeki ağaca uzatarak boynunu, ağaçtan uçan kuşu yutmak ister gibi. Kuş kadar bir soluk alıyor. Soluk almasa, ölecek. Elma boğazına geliyor, ağır varlığını duyumsatıyor. Yeni doğan bir bebeğin içine çektiği nefes kadar almasına izin veriliyor. Masum’un ciğerleri çatladı, çatlayacak. “Azcık daha, ne olursun azcık daha,” diye yalvarıyor adeta.
Gözü, tepesindeki ağacın bir noktasında. Bir soluk daha almak için davet ediyor ağacı. Feriha, daha da korkuyor. Yüreğini avucuna alarak daha da uzaklaşıyor oradan. Arkasına bile bakmadan.
Başını umursamazca yere eğiyor. Uzaklarda sözlerin ezdiği kalbini görüyor. İşte o an diyebilseydi;
“Ben de kendimden korkuyorum Feriha!”
Daha mı iyi olurdu?
Beceriksiz bir ustanın yonttuğu kaba bir bebeğe benziyordu Masum. Acemice, emaneten yapıştırılmış simsiyah bir keçeden.
Feriha’nın hayali, masada bırakılmış bir bardak çay gibi soğudukça soğuyor. Hayal bu yenmez, yutulmaz, alınmaz da. Terk edilmiş bir şeye benziyordu, soğuk çay kadar imkânsız, uzak. Öyle ki, hayal edilmek istenmeyen ısrarcı bir hayal. Hep yanı başında, hep gözlerinin içine bakıp duruyor. Feriha ona baktıkça, içi geçiyordu Masum’un. Terk edilmiş kışlalar gibiydi nöbetçi defterlerinde. Kendine yerleşmiş zorlu bir yabancıydı. Gözlerinde, hayata bir bağışlanma isteği vardı.
Feriha ona bir kez olsun gülseydi, varlığındaki serin hüzünler, bahar esintisine dönüşecekti. Bir limon çiçeği kokusuna, tandırda pişmiş ekmek tadına, yeni yıkanmış çamaşır temizliğine... Ama onu ölümün, baş döndürücü şiirinin satır aralarında bırakıp gitmişti. Çok şey istememişti ondan. Pazarlıksız bir sevgi, kirletmeyen, leke yapmayan. Feriha yürüyünce uzuyordu bir şiirin dizeleri, kısalıyordu zaman, uzuyordu bir çiçeğin kaderi gibi. Uzuyordu sabah ezanı, gülümsediğinde. Masum, inanmıyordu dünyanın balçıktan yaratıldığına. Feriha, bir üzgün mısrada bile, incecik bir çizgiydi onun için inanç ile yaşamak arası.
Şimdi kendinden başka sığınağı kalmamıştı.
Masum da korkuyordu kendinden.
Ah, bir diyebilseydi.
Sol tarafı, omzundan aşağısı olmayan bir kolla, hatıraların dibinde toz tutan eski Masum’un tutmaya çalışırken, göz kapakları iç âleminin kapısını aralıyor. İçinde debelenip duran leş bir sıkıntı var. Her an ölümü çağıran bir sızı. Kanepeden aşağı protez bacağıyla, kalın bilekli ayağına çorap, terlik giydirmiş anası.
Üzerine pantolon geçirmiş.
Kemer de takılmış üstelik. Hani olur da pantolon düşüp de Masum’un buğday renkli, etsiz vücudu görünmesin diye.
Masum, artık plastik bir yalanla yürüyecek. Tutacak. Parmaksız parmaklarına, kemiksiz bileğine, bükülemeyen dizlerine yaslanarak yürüyecek.
Peki ya kolu?
Babası biraz daha para biriktirebilirse, bir plastik yalan da oraya takılacak. Yürüme, tutma denemeleri yapılacak. Eş, dost, akraba maskelerini takıp gülümseyerek yardım edecek. Çatal, kaşık bile tutabilecek. Her şey unutulacak. Her şey eskisi gibi olacak. Ya Feriha?
Feriha’yı uzun zamandır görmüyordu.
O uzun zamandır görmediği Feriha, önce sırtına kambur oldu. Kalbine yük oldu sonra. Koluna, bacağına takılacak bir plastik yalan, nefesinde şişinen bir yumru…
Sessizleşmişti dünyaya. Kelimesi de çığlığı da kalmamıştı. Boğazında top top toplanmıştı tüm harfler.
Masum, içinden patlayacak gibiydi. İçindeki tanrı ile şeytan ile dövüştü. Şeytan galip gelecekmiş gibi bir acıyla kolunu havada, büyük bir kuş uçar gibi gördü kendiliğinden kanatlanan. Kendiliğinden havalanan o kuş, hızla ileri atılıp bir av görmüş gibi yüz metre ötesine çıldırarak düştü. Parmakları kasıldı kolunun.
İnsandan kopup gelen, giden her şeyi anlamıştı. Kalbi de böyle kopup gider insanın, aklı da.
Bacağından habersizdi. Gözlerini kapadı.
Yalnızlıkla çoğalmış bir rüzgâr, bacağını sızlatarak almıştı yerinden. Biliyordu dağılıp toparlanamayacağını.
Güneş, iyicene yaklaşmıştı batının sınırına. Masum, hâlâ kanepede sırtüstü uzanmış, sırtını ara sıra boşluğa dayayıp dışarıyı izlemekle meşgul. Sokakları, yalnızlık gibi kendi gibi ince ve sefil görüyordu.
Özellikle bozuk renkli erkek çorabı satanları, otobüs duraklarını, dilencilerin mendillerini, yarım bırakılmış çayları, insansız parkları, kahve fincanları dolu masaları, çirkin ve zayıf kedileri, resmi binaların önlerini, seyyar satıcı tezgâhlarını, memur ceketlerini, kalabalık caddelere dağılmış ağaçları, herkesin boynuna dolanan kendi atkılarını kendisine benzetirdi.
Yüzünü göğe uzatıp; baktı, baktı, baktı inatla.
Öyle inatla baktı ki, gök sıkıldı. Karardı, bozardı. Sağı solu birbirine kattı. Sonunda içinde birikenleri yağdırdı. Her damlada Feriha’yı gördü.
Masum’un üstüne sinmiş bir çağın yalnızlığı vardı, gülün kokusunu ezen hayatında. Öyle bir yalnızlıktı ki bu, iki âşık bir araya gelseydi yangın çıkarırdı. Anıları hep terkisindeydi. Ömründen anılarını çekip çıkarsaydı, mülkiyetsiz kalırdı.
Yasin Gültekin
Comments