top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Yavuz Yavuzer- Soluk Bir Altyazıda Akıp Giden

Sanki her sabah pası benek benek artan aynada, kaz ayaklarıma şaşarak bekledim kuryeyi. Apartman kapısı güm diye kapandı. Poşet hışırtıları yavaş, yorgun adımlarla çıktı yukarı doğru. Boğazımı temizler gibi yaptım kapıda beklediğim anlaşılsın diye. Tık yok. Sensörlü ışık söndü yandı, söndü yandı. Dizlikleri ve yukarı kaldırdığı kask camıyla yeteri kadar karizmatik değilmiş gibi bir de yüklenmiş tüm siparişleri, adım adım yaklaştı bana.

“Merhaba, Feyza Duru mu?”

“Merhaba Herkül Bey, evet Feyza Duru.”

“Şöyle bırakıyorum.”

“Teşekkürler. Ben de şöyle versem.”

Güzelim adamın neyine yetecekti acaba on liracık bahşiş. Annem görse, bu kadarına da kızar ya neyse. “Üç kuruş para kazanıyorsunuz onu da sağa sola dağıtmaya ne meraklısınız. Babası kılıklılar.” Anneme göre, oturduğum yerden gelsin kargo, gitsin paket bu hale getirmiş beni. Günden güne şiştiğini söylediği popomdan bahsediyorum. Ne zaman elimde telefonu görse, “Aman iki adım atayım deme sakın, erirsin,” deyip zorla dışarı çıkarır beni. Deli miyim, hiç uğraşamam. Onca şeyi nasıl taşıyacağım elimde. Ah anne, yokluğun bile lafa tuttu bak yine.

Poşetleri çabucak boşaltıp aldıklarımı dolaba dizdim. Marika’ya sürprizim var bu akşam. Neredeyse on yıl sonra ilk defa yapacağım. Hem de canım yengeciğimin kendi tarifiyle. Abimden pek hoşlanmasam da yengem bir başka. Hâlâ şaşıyorum, bakınca insana umut veren, cam gibi mavi gözlü alımlı çalımlı kadın; benim kepçe kulaklı, kafasında üç tutam saçıyla, her şeyden nem kapan şebelek abime nasıl kaptırdı kendini? Gönül işte konmuş zamanında, uçamıyor besbelli.

Marika’dan öğrendiğim gibi yayın balığını fileto şeklinde kesip zeytinyağı, limon, karabiber ve kekikle yoğuruyorum. Kişniş otunu çok sevdiğini biliyorum ama sepete atmayı unutmuşum, çıkıp almaya da üşendim. Annemin laf sokması için bir gerekçe daha. Balığı iki saat dinlendirirken çorbasıydı, ara sıcağıydı, yemeğiydi hepsini derleyip toparladım.

Bir taraftan da evi süslemeye koyuldum. Önce ofisteki eğlence akşamı eve getirdiğim çam ağacını yeniden kurup üzerine led ışıkları yerleştirdim. Yak söndür, çalışıyor. Gümüş yuvarlak süsleri de ağaca ekledim. Ucunda küçük yıldızlar olan aydınlatma zincirini koltukların tepelerinden geçirip aşağıya doğru sarkıttım. Pek sevgili minik Noel babaları, kırmızı servis örtüleriyle süslediğim masanın baş köşesine oturttum. Caddeye bakan camın iki kanadını da köpükledim, iyi seneler. Mutlu yıllar da olabilirdi. Kendi hediyemi ağacın dibine bıraktım. Kırmızılı beyazlı örtüdeki geyiklerin tüylerini okşayıp sandalyelerin hemen arkasına astım. Beş para etmez zengin kocasının zamparalıklarına sırf parası için sabreden budala ablam, “Ev biraz soğuk galiba,” dediğinde üzerine fırlatabileceğim yakınlıkta hazır tutuyorum. Üniversitedeyken asla maddeci olmayan, “Beni sevsin saysın yeter ablam, para pul her zaman kazanılır,” diyen kadın; birazdan dişlek kocasının kâr üstüne kâr ettiren yatırımlarından, çocukların okuluna bu yıl ne kadar ödediklerinden, yurtdışı seyahatlerinden söz açıp ortadan ikiye ayıracak bizi. Vitrindeki kar küreleri ve müzik kutusu takırdadı da yatıştı sinirlerim. Bir de zil çınlayınca heyheylerim uçup gidiverdi. Babam, elinde mavi paketiyle, var gücüyle gülümsedi kızına. Annem pasaklı halimi süzdü önce. Kolundan yıllardır düşürmediği siyah çantasıyla, ilk defa girdiği bir evi inceler gibi mutfak ve salona bakındı. Sonra ikisi de hediyelerini ağacın çevresine bıraktılar. Ne yaptıysam kime ne hediye aldıklarını öğrenemedim. Babamın yardımıyla, kalan diğer Noel babaları da tavandan aşağıya sallandırıp yanlarına kardan adam süslemelerini koyuverdim.

Diğerleri gelmeden ben de hazırlanmaya başladım. Ablamla abim beni böyle kir pas içinde görseler defolup gidinceye kadar bütün akşam düşmem dillerinden. Annem sağ olsun onları hiç aratmadı. Gelir gelmez soktu lafını. Nişanlım bu halde görseymiş, bir kere daha oturup düşünürmüş. Kadın kısmı her zaman bakımlı olurmuş. Kendisinden hiç mi bir şey öğrenememişiz. Yok anam yok şimdiki bizler gamsız kedersizmişiz. Birazdan damat pırıl pırıl gelecekmiş de ben ne haldeymişim. Amaann kime diyormuş.

Annemin söylenmeleri ben pantolon gömlek kombinimi denerken de devam etti. Beynimin etini yemeleri işe yarayacak ki anneme hak verip azıcık yırtmaçlı, siyah, kolları tül elbiseyi giymeye karar verdim. Yatağın üstünde titreyen telefonda “Marika’mm” yazıyordu. Uzayıp giden m harfi, gözlerinden kalp fışkıran emojiyle nihayete eriyordu.

“Anneee, kapıyı açar mısınız? Abimler gelmiş.”

Canım babam kalkıp açtı kapıyı. Marika’nın o huzur veren sakin, yumuşak sesi aniden yayıldı evin odalarına. Ardından abimin o karnından konuşur halleri, sert bir hamleyle geri aldı az önceki huzuru, sakinliği. Kapıyı aralayıp Marika’ya seslendim. Ablamın dedikodusunu yaptık biraz. Makyajımı bitirmek üzereyken elini karnına götürüp “Baksana halası,” dedi. Kendiliğinden bir çığlık kaçıverdi ağzımdan. Yanı başına oturup ben de elimi aynı yerde gezdirdim.

“Ayol bağırma, kimsenin haberi yok. Masada söyleyeceğiz.”

“Ay Marikaaa! Ne zaman öğrendiniz?”

“İki gün önce. Abin yemin ettirdi bak. Herkese masada söyleyecekmiş.”

“Ay onun yeminini yesinler. Keltoş kepçe.”

“Kız öyle deme kocama. Kelini de kepçesini de seviyorum ben.”

“Aman al başına çal be kocanı. Kız dua edelim de yine de abime benzemesin şu çocuk.”

Annem içeriden, otoriter bir tonda tekrar seslendi bize. Bırakmadı ki ağız tadıyla gıybet edelim. Kayınvalidesinden öğrendiği ne varsa gelinine ve kızlarına aynılarını uygulamaya devam ediyordu. İki bin yirmili yılların güncellenmiş sürümüyle hem de. Üçüncü “Geliyoruuuz,” püskürtmemizden sonra ürkek uslu çocuklar gibi pıt pıt salona döndük. Babam ve abim, kafalarının üstünde sallanan iki başlıklı yaylı ve sürekli aşağı yukarı oynayan minicik Noel babalarla ve geyikli beyaz pullu kalın gözlükleriyle komik görünüyorlardı ama yüz ifadelerine bakılırsa ciddi bir konuyu tartışıyorlardı. Marika, müzik organizasyonunu üstlenerek havaya sokmaya başladı bizi. Babam arada bir kafasındaki yaylıları düzeltip annemi dansa zorladı ama inadı inat. Annem ne kadar inatsa, zile basma ısrarı konusunda da birincilik ablamda. Çın çın da çın çın, tak tak da tak tak. “Geldim, geldiiim.”

Ablam kapıda ağaç olmuş. Daha açmasaymışım şuralardan meyvelerini toplayacaklarmış. Muşmula suratlı kocasıyla buyur ettim içeri. Siyah kumaş pantolonun altına giydiği cart kırmızı ayakkabısını göstere göstere çıkardı. Ayağının ucuyla da şöyle duvar dibine doğru sürükledi. “Aman ezilmesin ablam, dünyanın parası.”

İsteyenleri masadaki yerlerine aldım. Annem ve ablam bir süre daha koltuklarda fısır fısır birilerinin kuyusunu kazmaya devam ettiler. Arada bir onları gizli gizli dinlerken yakalanmama, göz göze gelmemize bile aldırış etmeyen bir tutkuyla konuşmayı sürdürdüler. Erkekler klasik, spordan girip siyasetten çıktılar. Orhan, “Evin önündeyim,” diye yazdı. Hitapsız ve sadece bilgi içeren şu kısacık mesajları bir adım öteye taşıyamadık bir türlü. Marika, yayın balığını görünce “A benim kuzucum,” deyip sarıldı. Başına silah dayasan incileri dökülmesin diye kılını kıpırdatmayan ablam açtı kapıyı Orhan’a. Anneme göre ben ve abim nasıl babama çektiysek ablam da annesinin kızıdır. Önce bir kapıda süzecek çocuğu. Ayakkabısından çorabına, pantolonundan ceketine ve yetmeyecek teninden kokusuna notunu verecek. Bu eziyetten kurtarıp kapıya dikildim ben de ablamın arkasından. Annemin dediği kadar vardı damat gerçekten de. Acaba heyecandan günü karıştırıp tekrar istemeye mi gelmişti. Çikolatasıyla çiçeğiyle, hediyesiyle ve bak bak bitmeyen boyuyla içeri girdi Orhan. Çikolatayı takdim etmeler, çiçeği anneme uzatmalar, hediyeyi ağacın altına bırakıp etrafa şöyle yarım ağız bir gülüş saçmalar… İşte Orhan Doğan. Annemin hayalindeki damat.

Marika üst üste tabakları içeriye taşırken koşup aldım elinden. Gözlerimi belertip “Sen bize bırak onları,” dedim ama abim de duymuş olacak ki sırayla üçümüz bakıştık. Abimle uzun zamandır göz göze gelmediğimi fark ettim o an. Çocukken öyleydi, şimdi de hiçbir şey değişmemiş. Zaten çok az konuşurduk, onda da birbirimizin yüzüne bakmadan konuşmuşuz hep.

Evin şımarık oğlu da içeri girebilirse masaya tam takır olarak oturabileceğiz. Birazdan içeri girmeyecekmiş gibi annem, eşikte pamuklara sarıyor oğlunu. Kıpkırmızı kulakları ve terli tüyleriyle selamladı herkesi. Gözleri kan çanağı.

“Hadi elini yüzünü yıka da gel ablacım sofraya.”

Sanırım tamam anlamına gelen uzun, manasız bir bakış atıp yüzüme, banyonun zor açılan kapısıyla itişip kakıştı.

“Efe, içeriden kilitleme ablacım, açılmaz yoksa.”

Annem, kendi kendine konuşurmuş gibi bakışları yerde, kaşları yukarıda söylendi.

“Kızım yıllardır bitmedi şu senin kapı problemlerin.”

Kaş göz yapıp konuyu geçiştirdim hemencecik. Çorbaları koyduk, Efe oflaya tıslaya oturdu büyük eniştesinin yanına. Galiba annemle babamın erkek çocuğu üretimleri hatalı oldu. Abi kardeş aynılar, memnuniyetsizlik eşittir onlar. Gözleri televizyonda ikisinin de. Biri kaşık çatalla oynuyor, diğeri üçgen peçetenin çizgisini belirginleştiriyor iyice. Babamla Orhan’ın sohbetini, annemin gururla bir bana bir Orhan’a bakışını seyrediyorum. Annemin benimle değilse de bana dair bir şeyle gurur duyması mutlu ediyor beni. Yıllar önce Demir’den bahsettiğimde “Bar fedaisinden koca olmaz kızım,” deyip, lafı ağzıma tıkamıştı. Haklı çıktı. Olmamıştı zira, olamamıştı.

Ablam gözlerini devirip en hassas yerinden yakaladı Efe’yi.

“Nasıl gidiyor bakalım Efe Bey?”

“Nasıl gitsin Fazilet abla, iş güç işte.”

“Alışabildin mi, ne kadar oldu?”

Masanın diğer yarısı için Orhan’a uzatıyorum salata tabağını. Gözümle işaret edince anladı ne demek istediğimi. Bayık gözleriyle bana bakarken “Alışacak ne var ablası,” deyip öpücük attım, göz kırpmayla karışık. Yatayda oynadığı oyundan sıkılan küçük beyimiz, bu defa bir elinde çatalı diğer elinde kaşığı dikleştirerek sıralamasını bile değiştirmeye tenezzül etmediği lakırdılarını döküverdi. Bize söylemesi kolaymış, ne anlarmışız biz beden yorgunluğundan. Akşama kadar çapsız adamların ağız kokusunu biz değil o çekiyormuş. Biz oturduğumuz yerden para kazanıyormuş. Günde beş on maille, iki üç toplantıyla o da bilirmiş çalışmasını. Hem de âlâsını yaparmış. Sabah dokuz, akşam beş çalışıp da bilmediğimiz konularda konuşmayacakmışız.

Bu ardı arkası kesilmeyen tiradı susturuyorum nazikçe.

“Marika’yla abimin hepimize güzel bir haberi var.” Parmağımla dudağıma fermuar yaparken abimle göz göze gelme rekorumuzu kırıyoruz. Marika’nın mavi gözleri hafif nemlenince daha büyüleyici oluyor. Abim gururla karışık sırıtırken kepçe kulakları daha da uzuyor, sivriliyordu sanki. Ağlaşıp zırlıyoruz. Kadehleri hiç beklenmedik bu müjdeli habere kaldırıyoruz. Annem korumacı ama yasakçı “Aaa!” ikazıyla alıyor Marika’nın elinden bardağı. Yerine su bardağını sıkıştırıyor. Ablam, yarım ağız tebrik ediyor. Mutsuz kardeşler birbirlerinin sırtına vura vura sarılıyorlar. Orhan o sırada herkese otuz iki diş sergilemekle meşgul. Müziğin sesini açıyorum biraz daha.

“Hadi bakalım, yemekler yendiyse koltuklara alalım sizi beyler.”

Az önceki güzel haberden sonra anneme bir duyarlılık yükleniyor sanırım.

“Bırakın çocuğum masayı, kalsın öyle. Gelin, oturun.”

Canıma minnet. Tatlıyla kahveleri alıp salona dönerken annemin henüz söylenmediği paslı aynada kendime baktım. Yırtmacın altından fırlayan kalın baldırlarım, bel hizasından sarkan göbeğim, hemen ardımda birden beliren, küçümser bakışlarıyla görgüsüz ablam vardı.

“Ay abla korktum be.”

“Kız şu aynada gördüklerinden korkmuyorsun da.”

Çinkolara doyamayan babam, tombalayı istedi de yarıda kaldı kompleksli ablamın dudak bükmeleri. Annem her zamanki gibi birle başlayanı, babam da mavi kartı çekti. Marika, çocuklar gibi neşeli hem kendi hem de toz kondurmadığı kocası için çekti kartları. Hiçbir şeyin mutlu edemediği kardeşime hangi rengi istediğimi sorar sormaz “Ne fark eder,” yanıtı alınca, rastgele bir kartı alıp fırlattım yüzüne. Orhan yeşil, ben mavi aldım. Eniştem “Aman bana dokunmayın,” diyerek demlenmeye devam etti. Ablam da torbayı sallama gönüllümüz olarak gecemizi renklendirmeye devam ediyordu. Babam hayattaki tüm şansını tombala taşlarında kullanmış ve yitirmiş olabilirdi. Çinkoları tombala olup büyüyorken, biz bomboş kartlarımıza bakıp hayret ediyorduk. Annem her defasında birkaç boşu kalmasına rağmen babamın tombala yapmasını elbette kendine yediremiyor, “Aman yeter, yoruldum,” deyip çıkıyordu işin içinden. Babam galibiyeti boynuna sardığı yılbaşı süsüyle, allı pullu ışıl ışıl gözlükleriyle ve üfleyip üfleyip uzattığı düdüğüyle kutladı. Müziğin gıy gıyı, babamın neşesinden neredeyse sinmişti. Varla yok arasında mırıldanıyordu şarkılar sırayla. Herkese küçük kağıtlar dağıtıp yeni yıldan dileklerini yazmalarını istedim. Sonra kağıtları, kitaplıkta duran Bukowski baskılı kupanın içine attım. Annem, daha önce yüzünde görmeye alışık olmadığım sevinciyle hediyesini Orhan’a uzattı. Teşekkür ve sarıp sarmalama rutininden sonra kolay kolay indirim yapmayan, mağazasının önünden geçerken buram buram kokusu yayılan lüks markanın paketini açtı damat bey, çekingen ve peşin bir mutlulukla. “Aaa lacivert çok severim,” deyip, kravatı, gömleğinin yakalarına tutarak gösterdi hepimize. Anlaşmışız gibi aynı tempoda başımızı aşağı yukarı salladık gülerek. Orhan, sırayı devam ettirerek baş üstü bluetooth kulaklığı uzattı Efe’ye. Efe kafasında kulaklığıyla, ablamın eline tutuşturdu hediyesini. Ablamın teşekkürünü Efe duymadı. Kulaklık olmamasına rağmen biz de duyamadık. Ablam, gelmeden uğrayıp bir alışveriş merkezinden özensizce aldığı kahve kupasına bir mutluluk, bir sevinç çığlığı aradı yüzümde ama ne gezer. Bin pişmanlıkla enişteme uzattım elimin emeği, gözümün nuru tablomu. İşten güçten fırsat bulamayıp hep gitmek istediği bir Venedik tablosu çizmiştim günlerce. Babacım da son dakikada paketlenmiş hediyesini alıp abime, yendiğinde neşesine neşe katan, yenildiğinde dünyasını yıkan takımın formasını, yeni transfer yıldız futbolcunun imzasıyla verdi. Babamı bir kucağına alıp gezdirmediği kaldı. Üzerine geçirince dağıldığını zannettiği üç beş saç telini düzeltti. Gelip tekrar öptü babamı. Marika, abimin yılbaşı hediyesi olarak taktığı kolyeyi gösterdi mahcup bir kırmızıyla. Merasimi bitirmek için eğilip kutusunu aldı. Annem, Marika’nın yüzünü iki eli arasına alıp okşadı.

“Ah Marika’cığım siz bugün en güzel hediyeyi verdiniz bize.”

Marika, kendi yaptığı vanilyalı tarçınlı organik mumlardan bir karışım yapmış. Açıp yaktık. Tarçının dumanı, perdelerin hemen üzerindeki Noel babanın şapkasını sıyırıp yeniden başladığı yöne doğru alçaldı. Efe, parmaklarını şıngırdatarak ileri geri sallanırken hep birlikte ondan geriye saymaya başladık. Dışarıdan gelen havai fişeklerin pat patları karanlığa Demir’in adını yazıp siliyordu sanki. Her yeni yıla ben, iki bin on yediden giriyor, her gürültüde şu meşhur gece kulübündeki saldırıda, soluk bir altyazıyla akıp giden Demir’i tutmaya çalışıyordum. Ana haber bültenleri, hayatını kaybeden otuz dokuz kişinin içinde geçirmişti adını. Listede bir isim sadece. Ben de onlardan farklı değilim aslına bakılırsa. Uzaktan uzağa anmak, böyle zamanlarda hatırlamak ve özlemek dışında hiçbir şey yapmadım.

Orhan, son birkaç yılda olanlardan habersiz, elini omzuma attı. Yanağımı, kırışık elinin üstündeki tüylere sürterken, içini çekerek bizi izleyen anneme gülümsüyordum.


Yavuz Yavuzer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page