top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zabel Yılmaz- Şatila'da Güneş Yok

Sığmıyoruz artık. Ne oralara ne buralara ne yerlere ne göklere. Çok kalabalığız... Her yer karman çorman, her şey birbirine girmiş halde. Sokaktaki elektrik telleri de öyle. Ansiklopedilerde resmedilen, insan vücudundaki damarlar gibi görünüyorlar. Her yerden çıkmış, her yere girmiş, koca bir kısırdöngü içinde oraya buraya sarkıyorlar. Bazen kafamıza değiyorlar. Yağmurlu günlerde ıslandıkça kıvılcım çıkarıyorlar. Bir gün bu teller birimizi öldürecek. Zamanında birilerimizi öldürdüğü gibi…

Yıllar önce ölmemek için savaştan kaçıp gelmişiz buralara. “Öldükten sonra kürekle üzerime atılacak toprak için savaşamam,” diyenlerdenim. “Vatanınızdan kaçmayıp savaşsaydınız,” diyor Abu Abdu bana. Abu Abdu sürekli bir şeyler der zaten. Tüm gün bakkal dükkanının kapısının önündeki tahta taburede oturup yoldan geçenleri durdurarak bir şeyler söyler. Yılların tecrübesiymiş söyledikleri, aklı olana nasihatmiş. Bir ömür çıkamadığı mahallenin içinde, tahta bir taburede oturarak neyi tecrübe etmiş olabilir? “Sen niye buradasın?” diyemiyorum. Yaşına hürmetim var. “Şayet ileriyi görüyor olsaydık, kaçmayıp savaşsaydık belki vatanımız kurtulurdu,” diyorum içimden. Sonra bakıyorum da ileriyi görmüşüz aslında. Savaşın üzerinden yetmiş yıl geçmiş, kaçmayanlar kaybetmiş, biz kaçanlar ise onlardan önce kaybetmişiz.

Kafam etraftaki elektrik kabloları gibi karışık. Her yerden bir insan çıkıyor, her evden bir ses yükseliyor. Usam’ın karısı mesela, her akşam çığlık çığlığa çocuklarına bağırıyor. Kadının adı yok. “Usam’ın karısı,” onun adı. Buradaki kadınların hiçbirinin adı yok. Ya birinin karısı ya da birinin anası olur kendileri. Bugün her zamankinden fazla bağırıyor. Yedi çocuğun yedisi de yerinde durmuyor.

“Camdan bakıp yoldan geçenleri seyrediyorum,” demeyi çok isterdim. Ama buradaki evlerde yoldan geçenleri seyredeceğin bir cam yok. Camı bulsan seyredeceğin sokak yok. Evlerin güneşi hiç görmeyen odaları karanlık. Karanlıktan bunalıp dışarı çıkıyorum. Çıkmadan hava durumuna bakıyorum. Sıcaklık kırk derece görünüyor ama dışarıda dolanırken üşüyorum.

Derme çatma, üst üste, dip dibe inşa edilmiş binaların daracık labirentlerinden geçiyorum. Önünden geçip gittiğim evdeki kadın üç günde zor kuruyacak bir leğen suyu kapısının önüne döküyor. Evlerin duvarları daha bir nemleniyor, kırk derecelik havanın güneşinin bize bir faydası olmuyor. Başka bir dar sokağa giriyorum. Burası diğer sokaklara göre daha dar olduğu için yan dönüp yürüyorum. Haliyle adımlarım yavaşlıyor. Binaların nemli duvarlarından gelen rutubet kokusu başımı döndürüyor, daha bir yavaşlıyorum. Son iki adım kala nefesimi tutup kazdığı tünelin ucuna gelen mahkûm gibi sabrediyorum. Ardı ardına geçen motosikletlerin sesi kulağıma daha gürültülü geliyor. Abu Abdu her zamanki taburesinde oturmuş bana el ediyor. Hiç gidesim gelmiyor yanına ama birileriyle bir şeyler konuşmazsam aklımı kaçıracak gibi hissediyorum.

“Selamünaleyküm Muhab, nereye?

“Aleykümselam Abu Abdu, Beyrut’a iniyorum.”

“Gel, gel bir çay iç.”

Cevap vermemi beklemeden bir tabure de bana çıkarıyor. Çayımı da doldurup elime tutuşturuyor. Yüzünde yine sinsi, pis bir sırıtış. “Deniz kenarına mı?’’ diye soruyor. “Hava güzelmiş bugün, biraz güneşleneceğim,” diyorum. “Güneşi boşuna kovalama Muhab, yakalayamazsın. Güneş yüzünü Şatila’ya göstermemeye çoktan yemin etmiş,” deyip yine moralimi bozuyor. Üstelik bunu yapmaktan da keyif alıyor olmalı ki yüzündeki o sırıtma ifadesi hiç kaybolmuyor.

Savaştan kaçıp buraya ilk gelenlerden biri olmasından dolayı içindeki bu gizli gurur yüzüne bu pis sırıtışla yansıyor. Savaştan ölmeden kaçabilmek mi ona gurur veriyor yoksa bir mülteci kampında yaşamak mı, bilemiyorum. Filistin mülteci kampı denilen bu mahalleye geldiğinde çocukmuş. “O zamanlar evler tek katlıydı,” diye anlatıyor. “Güneş de girerdi, insan da yaşayabilirdi. Şimdi kalabalıklaştık işte, evlerin üstü de yanı da doldu, adım atacak yer kalmadı. Güneş nerden bir yolunu bulsun da evlere girsin be oğlum, bir insan zar zor girebiliyor bu sokaklara,” deyip çayından bir yudum alıyor. “Sığmıyoruz Abu Abdu, sığmıyoruz artık, çıkmamız lazım buradan,” diyorum. “Nasıl sığalım be göt kadar yere,” diyor tespihiyle ‘ya sabır’ çekerek. Yüzündeki pis sırıtma yerini üzüntüye bırakıyor. Tespihi iki tur çektikten sonra, “Bizimkiler de kabahatli,” diyor. “Bizim Şatila’dan başka mahallede ikamet etmemizin de çalışmamızın da yasak olduğunu bile bile doğurdular da doğurdular. Her evde on tane çocuk, nasıl sığacaksın,” diye söylenmeye devam ediyor. Abu Abdu’nun dünyasında buradan çıkış yok, tek çıkış Filistin’denmiş onun için. Ondan ötesi yok. Duymuyor bile çıkma arzumu.

“Çocuklar, kurutulan kökleri yeşertmek içindir,” Abu Abdu diyorum. “Doğurduğunuz çocuklar kaybettiğiniz toprakları düşmandan geri alacak diye size umut vadeden örgüte peydahladıklarınızdır. Çünkü bu kısırlaşmış binaların arasında kurtuluş örgütleriniz ekmeğinizden kıymetlidir. Çoktan mideye indirilmiş ekmeği ejderhanın ağzından girip alması için feda ettikleriniz ise vatanı geri almaktan başka hayali olmasına tahammül bile edemediğiniz gençlerinizdir. Sabahlara kadar kafamı kemiren, yüreğimi ezen bunca düşünceyi dile getirmek ise bu göt kadar yerde dışlanmaktan başka bir işe yaramayandır,” diye devam etmek istiyorum. Etmiyorum. Yine atıyorum içime dilimin ucuna gelenleri. Güya konuşacaktım.

“Ne dertlendin Muhab?” diye soruyor dilime dökünmeyenleri duymuş gibi ama beni asla anlamayacağı belli bakışlarıyla.

“Allah büyük, Abu Abdu, sağ olasın çay için,” deyip yanından kalkıyorum. “Bana bak, geçe kalma, akşam yağmur yağacak. Bu tellere tutulur da çarpılırsın maazallah,” deyip sırıtıyor yine. Az önce haline üzüldüğüm adamdan şimdi nefret ediyorum. Ruh halimin bu kadar hızlı değişmesine hiçbir zaman anlam veremiyorum. Bir an önce Abu Abdu’yu da nemi, rutubeti ve kalabalığı da geride bırakıp güneşi kaçırmamak için adımlarımı hızlandırıyorum.

Beyrut’a inmek için bir dolmuşa atlıyorum. Dolmuş çok kalabalık değil. Rahat bir nefes alıyorum. İçeride Feyruz çalıyor. “Ey rüzgâr, al götür beni vatanıma,” diyor Feyruz. Abu Abdu, sığamadığımız yerler, dillendiremediğim şeyler gibi düşünmek istemediğim ne varsa önüme seriyor içli sesi. Kafam karışıyor yine. Ülkeme geri dönsem, bu dar sokaklardan, camsız evlerden kurtulsam diyorum fakat bu kamptan çıkıp ülkeye dönmemizin yasak olduğunu tekrar tekrar hatırlıyorum. Beyrut’ta başka bir mahalleye taşınsam, o da yasak. Tüm yasakları ben koymuşum gibi kendime öfkeleniyorum. Beyrut’a yaklaştıkça gürültü sessizlikle yer değiştiriyor, rutubet yerini güneşe bırakıyor. Cadde kenarlarında Palmiye ağaçları gözümü şenlendiriyor. Sahile beş dakika kala inip yolun geri kalanına yürüyerek devam etmek istiyorum. Hava öyle bir güzelleşiyor ki Şatila’dan çıkınca. Sanırsın birkaç kilometre öteye değil de başka kıtaya gitmişim. Sahildeki kayalıklara uzanıyorum. Lüks araçlar duruyor sahil kenarlarında. Her biri birbirinden pahalı marka kıyafetleriyle iniyorlar insanlar araçlarından. Birkaç fotoğraf çekip tekrar yollarına devam ediyorlar. Lüks binalar, oteller, bankalar... Doğu’nun Paris’i ha Beyrut? Her yerde bir yerlerin Paris’i vardır zaten. Tepelerdeki sedir ağaçlarına çeviriyorum kafamı. Yeşillik, deniz kokusu derken acıkıyorum. Evden çıkarken yanıma aldığım zahterli ekmekle labneyi poşetten çıkarıyorum. Biraz atıştırdıktan sonra kayalıklara sırt üstü uzanıp güneşin her yerime değmesine izin veriyorum. Bu da yasak değil ya...

Akşam güneşi batmaya yakınken Beyrut hareketleniyor, meşhur gece hayatı başlıyor. Son model araçlar lüks mekanların önünde daha da sıklaşıyor. Ben de Doğu’nun Paris’inden çıkıp kendi Hindistan’ıma yol alıyorum. Kampın sokakları bu akşam hareketli görünüyor. Kurtuluş örgütünün fedai gençleri, birbirine girmiş elektrik tellerinin üzerine çamaşır asar gibi örgütün bayraklarını asmak için yarışıyorlar. Bayraktan çok ekmeğe, suya ve güneşe ihtiyacımız olduğunu anlamıyorlar. Sabah isyan eden Abu Abdu da dükkanından merdiveni getirmiş, gençlere gururla yardım ediyor. Paslı merdiven tepelerinde vatan kurtarıyor, merdivenden inip açlığın sofrasına diz kırıyorlar, katıksızlıktan kurulamayan sofralarda besmele çekip şükrediyorlar. İçinde bulunduğumuz çaresizliği görmezden gelip vasıfsız örgütlere militan olmayı reddetmemi ise hainlik gibi görüyorlar. Bu gereksiz mücadeleye zorla dahil edilmemek için başka sokağa saparak yolumu uzatıyorum. Dönüş yolunda hava iyiden iyiye kararmaya başlıyor, Abu Abdu’nun dediği gibi yağmur çiseliyor. Eve adımımı atar atmaz ise sağanak başlıyor. Yan binada biri kıbbe kızartıyor, üst katımdaki radyodan İsrail-Filistin savaşındaki son gelişmelerin anonsu duyuluyor. Alt katta Usam’ın çocukları, “Falafel istiyoruz,” diye tepiniyor. Usam’ın karısı çocuklar sussun diye Abu Abdu’nun bakkalına falafel almaya gidiyor. Hayat bu mülteci kampında her akşam olduğu gibi bangır bangır devam ediyor. Hayatımın sonuna kadar kalmak zorunda olduğum bu çukurda ne yalnız kalabiliyorum ne de sessiz. İnsan ne zaman sessizlik ister? Çok yorulduğunda mı, kafasının içinde dönüp dolaşan düşüncelerinden boğulduğunda mı? Yoksa çok yüz görüp, çok ses işittiğinde mi? Kulaklarıma pamuk tıkayıp biraz sessizliğe uzanmak istiyorum, uzanamıyorum...

Usam’ın karısının çığlığıyla fırlıyorum yerimden. “Öldüüü!” diye feryat ediyor kadın. Herkes bir anda yalın ayak kapılara fırlıyor. “Tellerin elektriğine çarpılıp öldü,” diye ağlıyor dövüne dövüne. Kulağımdaki pamukları fırlatıp ben de çıkıyorum kapıya. Usam, yağan sağanak yağmur altında gördüklerinin şokuyla yere çöken karısının bedenini koltuk altlarından tutup kaldırmaya çalışıyor. Kadın inleyerek, “Abu Abdu gözümün önünde öldü Usam, bayrak asıyordu buraya,” diyor. Abu Abdu bembeyaz yüzü ve açık ağzıyla yağmur altında, yerde, öylece yatıyor. Tepesinde elektrik tellerine asılmış güneş rengi bayraklar çok muntazam görünüyor. Abu Abdu’nun o bayrakları düzeltmek için uğraştığına o kadar eminim ki… Bakkalının rafları ve bayraklar dışında düzeltecek hiçbir şeyi olmayan Abu Abdu, Şatila’nın en uzun özeti.

Cenazesini kaldırıyoruz ertesi gün. Hayat kaldığı güneşsiz yerden devam ediyor kampta. Elektrik telleri olduğu gibi, koca bir kısır döngü içinde öylece duruyor, günlerce kurumayacak ıslak bayraklarla. Hiçbir şey yapmıyoruz.


Zabel Yılmaz

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page