top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zübeyde Andıç- Fotoğraf

“Abinin annesi ölmüş, ağlıyor.” diyor yengem telefonda.

Nasıl çetrefilli bir cümle bu böyle? Abimin annesi benim neyim olur ki? Ben neden ağlamıyorum, neden abimin annesinin öldüğünü ben sonradan öğreniyorum?

Abimin annesi benim hiçbir şeyimdi, sadece abimin annesiydi. Ben sadece adını biliyordum. Bir keresinde de yıpranmış hastanenin çok kişili odalarından birinde beyaz tülbendinin altından sararmış benzini görmüştüm. Gözleri ne renkti, bakışları bana söyledi o an; hatırlamıyorum.

Çocuklarını arkasında bırakıp gideli kırk yıldan fazla olmuş. Başka bir mahzende abim gibi anasından koparılanlara annelik etmiş. Niye gitmiş, daha doğrusu niye gitmek zorunda bırakılmış bilmiyorum. Tek bildiğim, bu da babamın sakladığı sırlardan biri. Elbet bu sırrı bilenler var, babaannem gibi. Ama o da bu konu hakkında kimseyi konuşturmaz.

Abimin annesi, bizim için çok uzakta kalmış bir tanıdığımız; abim için uzakta kalmış en yakınıdır. Ömründen taşan hasrettir, suskunluğun adıdır; biliyorum. İnsanın abisine, “Başın sağ olsun.” demesi ne kadar da garip, bunu karşılayacak başka bir kelime yok lügatımda. Duyduğum cümlenin altında ezilen, boğazına oturan düğümü çözemeyen bana düştü evdekilere haberi vermek. Üzüntü mü şaşkınlık mı çözemediğim bakışlarını yüzüme batıran babaannem, üstüne çöken kara buluttan kurtulmak istermiş gibi kıvranıp duruyor şimdi. Suskunluğunu büyütüyor gündüz gözüyle. Gözlüğünün altından annemin yüzünde değişen bir nokta arıyor ve bana, “Babana söyleme.” diyerek kapatıveriyor konuyu oracıkta. Odasına, pencere önündeki divana çekiliyor.

Öğlen ilaçlarını vermek için odasına gittiğimde ürkek bakışlarından yakalıyorum onu. Tepesine toplanan kara bulutlar, yağmur taşıyor gözlerine. Yüreğinde kabaran tarifsiz duygularla geçmişi taşıyor içinde bulunduğu zamana. Gündüzün aydınlığı ile arasına solgun çiçekli perdeler çekiyor. Akşamın derinliğine bırakıyor her şeyi. Akşam, çay bardaklarının şıngırtısı evimizdeki sessizliği bölerken kendimi tutamayıp soruyorum.

“Neden bizim aile fotoğrafımız yok?”

Bu soruyla sessizliğin ortasına bir taş fırlatıyorum. Nice cevapsız soru içinde bir cevapsız soru daha bırakıyorum hanemize.

“Çok konuşma!”

Her zamanki gibi en kestirme yol, susturmak. Üstüne bir de ceberut bir gülümsemeyle kulakları patlatırcasına bağırmak. Babamın en iyi bildiği iletişim yöntemi bu. Korkuların doğurduğu suskunlukları barındıran bu evde yaşananlar, sözcükleri kaybolmuş bir kitap gibi; yaşanmışlığınca hacimli, hayallerince boş. Yaman bir çelişki.

Babaannem dedemden kalan bastona abana abana kanepedeki köşesine doğru yorgun adımlarla yol alırken yaşamamız sadece kendisine bağlı diye düşünen babam, günlük cakasını sattıktan sonra televizyonun tam karşısında, sobaya en yakın, yalnız ona tahsis edilmiş koltuğa yerleşiyor. Kumandayı eline aldıktan sonra en büyük gücü eline geçirmişlerin hodbin dünyasında bir rol daha kapıyor, başlıyor eleştirmeye. “Bu haberleri sunanı bulsam soracağım ona, sen de benim gibi Türk lirasıyla mı maaş alıyorsun diye. Yok, yok! Memleketin çivisi çıkmış.”

Babam bizimle ettiği gibi televizyondakilerle de her gün kavga ediyor. Sanki memnun olduğu hiçbir şey yok şu hayatta. Mutfakla oturma odasının birleştiği arada, babamın saatini gösterdiği askerlik fotoğraflarına, kaytan bıyıklı, İspanyol paça pantolonlarının şıklığında halaya duran amca fotoğraflarına, içinde babaanneme, anneme ve bana dair hiçbir iz taşımayan nice fotoğrafa belki abimin annesine ait bir iz bulurum diye bakıyorum bir süre. Sonra en büyük gizi saklayan babaannemi izliyorum. Bedeni burada ama aklı başka yerlerde. Belki de abimin annesinin ölümüne yanıyor içten içe. Belki de acısıyla tek başına kalan abimi düşünüyor. Her akşam yaptığı gibi tespihinin taneleri arasında sessizce eskitiyor zamanı. Annemle ben susmak zorundayız da babaannem neden susuyor, bilmiyorum. Göze batmamanın bir başka yoludur belki de bu. Babamın büyük küçük demeden, hatır gönül bilmeden yerli yersiz perde perde yükselen sesini duymamak için öylece oturuyor, çoğu zaman kıpırdamıyor bile yerinde. Eskiden dedemden çekmiş, şimdi de babamdan çekiyor. Kendi evinde sığıntı gibi yaşadığını düşünüyor, hissediyorum. Babamın ele güne karşı son derece anlayışlı, bize karşı olabildiğince öfkeli sesi, akşamları babaanneme bildiği tüm kelimeleri unutturuyor. Dudaklarının kıpırtısı, kanepede uyuklayıp kalana kadar hiç durmuyor. Sonra binbir bilinmezlikle odasına çekiliyor erkenden.

Babam sabah sekizde dairedeki yıllardır uzayıp kısalmadığı işine gidince babaannem de bizim gibi rahat bir nefes alıyor. En azından söylediğine söyleyeceğine pişman eden biri yok evde. Tatlı bir rehavetle kahvaltımızı yapıp uzun süre çay keyfi yapıyoruz. Adeta soluklanıyoruz. Sonra dereden tepeden konuşurken eski günlerini anlatıyor babaannem. Dedemin sırtından hiç eksik etmediği yumruğun acısı, anlattığı her yaşanmışlıkla bir sis olup çukura doğru kaçan gözlerini daha bir perdeliyor. Yaz ortasında, harman yerinde hem de kundaktaki bebeğiyle -babam- çırpınıp durduğunu anlatıyor. Her şeyin yoksunluğunu yaşadığı o yıllardan sonra da abimi nasıl büyüttüğünden bahsediyor. Annem gelene kadar -abim ilkokul ikiye başlayana kadar- babaannem bakmış abime. Daha nice şey var dilinin altında ama o lafı değiştirip “Sizin hiç aile fotoğrafınız olur mu kızım? Baban babasından görmedi ki size göstersin. Görgülü kuşlar, gördüğünü işler. İncelik nedir bilmez, görmedi çünkü. Zar zor bulduğu bu iş de olmasa köy yerinde iş tutup geçinemezdi o.” diyor.

Babamın evde olduğu hafta sonlarını da hiç sevmiyoruz. Babamın hafta sonundan anladığı, akşama kadar oturduğu hatta yattığı yerden kalkmamak ve sadece yiyip içmek. Babannem gözleriyle biz de bedenimizle patoza sap taşıyan, bir taraftan da ağanın ağır sözlerinin altında bir kez daha ezilmemek için var gücüyle çalışan ameleler gibiyiz.

Öyle uzak ki babam bize. Sanki başkalarının babasıymış da geçici olarak bu evde yaşıyormuş hissine kapılıyorum çoğu zaman. Kimedir öfkesi ve niçin dinmez bu öfke, bir türlü anlayamıyorum. Bir keresinde pazardan eve dönüyorduk ve ben her zamanki gibi poşetlerle biraz geriden takip ediyordum onu. Ayten Hanım’a o kadar kibar davranmıştı ki şaşırıp kalmıştım ama korkumdan belli edememiştim. Biliyorum, iş yerinden arkadaşı ama bu kadar farklı olabilir mi babam? O babamsa, her akşam hatta her hafta sonu çizgili pijamalarıyla koltuğa yayılıp fantastik dünyasında kaybolan, sadece isteklerini sıralamak için bizimle iletişime geçen adam kim? Siyah, geniş hırkasının içine kadınlığını saklayan annem belki de yatağında bile görmemiştir bu nezaketi.

Annem babamla ilgili pek bir şey anlatmıyor, babama karşı saygımı kaybetmemi istemiyor sanırım. Ama ben görüyorum. Hiç sevilmemiş, ezilmiş hatta çoğu zaman aşağılanmış ama ses edememiş. Adeta her şeyi, o siyah hırkanın içinde gizlemeye çalışıyor annem. Gün ışığı görmeyen yaralarını onunla kapatıyor. O, benim annem, abimin üvey annesi, babaannemin dilsiz gelini, babamınsa hiçbir şeyi. Aşılamayan dağlar, geçilemeyen denizler, duyulamayan sesler var babamla arasında. Her gece soluğunu hissettiği, bazı geceler odaya titrek gölgeler bırakan adam, hem çok yakınında hem de çok uzağında annemin.

Oturduğum yerden ailemin fotoğrafını çekip hiç olmayan aile albümümüze yerleştiriyorum ama bir kişi eksik. Abimin annesi ölmüş, o yok. Babamsa jandarma kıyafetinin verdiği cesaretten arta kalan bir bakış ve fotoğrafçıdan ödünç alınmış parlak saatle belki de ilk kez gülümsüyor uzaktan.


Zübeyde Andıç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page