top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ömür Öter- Geride Kaplumbağa ve Gök Arasında

“Kum taneciği kaçtı diye gözüne

Emir veren generalin,

İki dakika daha çok yaşadı insanları,

O şanlı kentin.”

Sunay Akın


Ben, generalin hiç çıkmayacak canıydım. Çık, dedi canımdan bana tam iki gün önce kayaların üstünde yaralı kaplan gibi kanlar akıtırken. Çık!

Aşağılamak için yaratılmış ses telleri incelip kalınlaşırken, az ötedeki kavrulmuş kavak ağaçlarının tek tük kıpırdayan yapraklarından da acizdi. Hâlbuki emir verip muktedirken kendini bir aziz gibi hissediyordu. Kamuflajındaki dört yıldızı, aslan kükremesi gibi işitilirken, ateş, demir ve baruttan daha önce icat edilmiş bir simyadan sandığınız gururlu gözleri, çelik gibi ışıldıyordu.

Olup biten şeyleri benden sandı. Bombaları mesela. Ona gelen bir hediye değildim. Yıkıntıların üzerinde beklerken neden ölmediğini soruyordu bana. Onlarca şarapnel parçası, zehirli arılar gibi sokmuştu omzundan ve boynundan. Ağlamamak için şarkılar söylediği besbelliydi. Yüzünde öldürttüğü askerlerin kabartmaları…

Kırık kaynamış göğüs kemiğinin hemen altında büzüşen siyah bir noktaydım. Ağzımın kamışından binlerce mürekkep isi nefes yayıyordum onun damarlarına. Komutan, kıpırdadıkça ölümün havarileri gelip toplanıyordu yanına. Başı çekiç, başı topuz, başı bin bir âlem. Azrail bozması yırtık şah damarlı mızrak ayaklılar beni kovalayıp olmayan bedenimden tutmaya çalışırken, onlardan hışırtıyla, hasetle, var olmayan içli bir varlıkla kaçıyordum. Geride pek çok kaplumbağa, köpek ve tank bıraktım. Kaçan bir can, bulunmayan bir candır. General yok olmaya bile güç bulamayan acizlikle, kayanın üzerinde yosunlaşmış bir yasla şarkılar söylüyordu. Ağzında çilli bir çıyan gibi büyüyüp duran çık’la

Çıkmadım. Suskunluğumu göğe saklayıp yükledim sırtına onun. Benim yukarılardan anladığım, katledilen çocukların üst üste konmasıyla taşıp yükselen derin burkuntulu gri bir boşluktu. Yaratılıştan beri karılıp her nesneyi yutan toprak, can kırığıyla ufalandı. Generalin böbreklerinde ince taşlarla doldu. Sinsi sancı… Konuştukça cisimler, kanlı gözlerinden tütüyordu.

Savaş bitip güneş doğmuş, emir vereceği kimse kalmamıştı. Yıllarca yeşil şapkası altında yaşayan katil kaplumbağa gibiydi. Bir generalin ayakları, kulaklarıdır... Aslında o artık geçmişi ve nefreti arasında yaşamaya mahkûm tek kişilik bir ada gibiydi bu taşların üzerinde. Çatlayan atlar gibi tıslıyordu.Barut kokusu, görünmez çengellerle burun etlerini çekiştirirken.

Yürümek istedi, topraktan ve bu dünyadan silinmek istiyordu. Bir sonu hak ediyorum, dedi. Yok oluşun sesi kulaklarında. Ancak can alıcıları iyi alt ediyordum. Ölümün askerlerini kör ettim. Bu yüzden çarpıp yayıldılar her nesneye.

Galip askerler savaş meydanını terk ederken, muzaffer bakışlarla yanından geçip gidiyorlardı. Kimisinin yüzünde müstehzi bir bakış, kimisinde de yepyeni bir heyecan vardı. Koskoca general, esir bile edilmeyip bir bez parçası veya tahta gibi oracıkta bırakılıyordu. İzin verseydim kahırdan ölebilirdi.

Vatanı, emir eri ve hiçbir subayı yoktu. Memleketinden kalan tek şey, bu kanlı vadiydi. Ağzı mağara gibi açılmıştı ama sesi ve harfleri mühürlenip sonsuzluğa gönderildi. Konuşuyordu ama başka bir evrendeydi.

Karşıdaki bir süngüyü ve ülkesinin bayrağını gözüne kestirdi. Bayrağı görünce subayları yanında bitecekmiş gibi bir heyecan duydu. Sürünerek yerde ilerlemeye çalıştı. Tanrı ile gök arasında bir kalp atımıydı. Rüzgârda son kez o ulu bez parçasını dalgalandırmak istiyordu. Gücü yetmedi. Dinlenip süngüyü ele geçirmek istedi. Bu kez kendine hücum edecekti. Ölümü, arıyordu bu kanlı vadide.

Onun için demir kapılı buz gibi odalardan geçilen rüya zamanı başlamıştı. Var ile yok arasında düş oyunu. Karısının yaptığı elmalı kurabiyeleri, radyodaki türküleri, çocuklarının küçüklüğünü anımsamaya başlamıştı. Bu hiç böyle olmazdı. Özlem duymak, ölememenin diğer adıydı.

Daha çok acı çekmesi gerekiyordu. Bu yüzden kaslarına ve etlerine dirilik üfledim. Kanını içip tırnaklarını çekti, gözlerine taş bastı, küçülüp eridi. Bu yaşananlar günlerce sürdü. Yarı hayvan yarı insana dönüştü. Yüksek bir yere çıkmayı başarmıştı. Eline aldığı süngü, gizemli sırları olan bir yılan olmaktan geliyordu. Sona ilk kez bu kadar yaklaşmıştı. Bin poyraz yemiş göğsünün ortasına çakmak istedi çeliği. Alet, yeniden yılan olup giriverdi bulutların gölgelediği bir kuyuya.

Canına can verdim, bu kaçıncı gündü. Çık git, dedi bana. Ölüm bile eskidi.


Ömür Öter

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page