top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Özay Erdem- Alman Çikolatası

bu akşam

O masada bir saat karşılıklı oturmuştuk Korhan’la. Aramızdaki mesafe en fazla bir metre olmalıydı. Sürekli gülmekten ve yeri geldiğinde kahkaha atmaktan çenem ağrımaya başlamıştı. Korhan’ın yanında ilk defa bu kadar çok gülüyordum. Tabii mevzunun onun dilbaz, hoşsohbet bir adam olmasıyla alakası yoktu. Hatta bu konuda başarısız bile sayılırdı. Ben sadece fark edilmek istiyordum. Ama olmuyordu, ne kadar otuz iki dişimi göstererek gülsem de olmuyordu üstelik. Müstakbel eşim ve biricik nişanlım beni her geçen dakika hayal kırıklığına uğratıyordu. Sonra aklıma sabahtan beri yaşananlar geliyor, inanamıyordum. “Nasıl olur,” diyordum, “nasıl olur fark etmez, nasıl olur da fark etmezler nasıl, nasıl?”

Sonunda gülüşlerim sinirli bir hale büründü. Demek romanlarda okuduğum o histerik kahkaha böyle bir şeydi. Eğer bu şekilde devam edersem kontrolden çıkabilir ve bu da akıl sağlığım konusunda etrafımızdaki insanları şüpheye düşürebilirdi. Dayanamayıp kalktım masadan ve sitemli adımlarla lavaboya gittim. Sinirden titreyen ellerimle çantamı karıştırdım. Alman çikolatası işte orada, küçük gözde duruyordu. Yüzde yüz kakao özlü, dev fındık parçacıkları içeren o pahalı şey sahipsiz kalmıştı. Sabahtan beri hak eden bir Allah’ın kulu çıkmamıştı. Korhan bile başaramamıştı. Belki de eve gidip kendim yemeliydim çikolatayı.

Korhan bunu nasıl göremez anlayamıyordum. Üstelik yaza düğünümüz vardı. Sen değilsen kim fark edecekti? Ya diğerleri? Sabahtan beri şahit olduklarıma ne demeliydi? Aynı sorgulamalar kafamın içinde dönüp duruyordu. Aynaya baktım. Tıslayarak güldüm. Oysa bana bile yabancı geliyordu karşılaştığım surat. Derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Büyütüyordum belki de. Fakat o sırada içeri giren iki kızın konuşması içimdeki çatışmayı körükledi. Esmer olan sarışına şöyle diyordu: “Kaşlarımı hafif incelttim hemen anladı biliyor musun? İlk defa bu kadar ince ruhlu bir erkekle karşılaşıyorum.” Neredeyse ağlayacaktım. Tuttum kendimi. O sırada telefonum çalmaya başladı. Çantamdan çıkarıp baktım, Burçak Hanım arıyordu. Sabahtan beri üçüncü defaydı. Bir sen eksiktin dedim kendi kendime. Yine de açtım. “Reyhancığım,” diyerek girdi söze. “Şekerpare yapıyorum, tariflerde limon suyu da koyun diyor. Ne dersin, koyayım mı?” Benim içimde yangın var sen şekerpare diyorsun. “Koy bence, şerbetin içinden o limon aromasını hissetmek farklı bir tat veriyor.”

Burçak Hanım ile yıllardır aynı binada yaşıyoruz. Fakat yüz aşinalığı dışında bir bağımız, hatta bir merhabamız bile olmamıştı. Geçen hafta asansörde yarım saat boyunca birlikte mahsur kalınca muhabbet etme ve birbirimizi tanıma fırsatı yakalamıştık. Bu kadar arkadaş canlısı, daha doğrusu yalnızlıktan imdat bekleyen başka bir kadın görmemiştim. Hemen o akşam beni kahve içmeye davet etmişti. İlk defa asansörde bir davet almıştım. O akşam kalkıp gitmiştim bir hevesle Burçak Hanım’a. Ama anlatacakları bitmeyince başıma ağrılar girmişti. Tuhaf yemek tarifleri, televizyon programları, ev eşyalarının temizliğinde püf noktalar, kozmetikte öne çıkan markalar derken konudan konuya sekmesi beni maymuna çevirmişti. Aslında samimi, saf ve iyi bir kadındı ama karşısındaki insana laf bırakmayı bilmiyordu. O günden sonra benim de kendisini evime davet etmemi, bir kahve de biz de içmeyi bekler olmuştu. Ben ise her seferinde erteliyor, bir nevi kaçıyordum kadından. Fakat işte telefonla başıma bela olmayı başarmıştı.

Lavabodan sonra kafenin çıkış kapısına yöneldim. Korhan salonun bir köşesinde uzak masalardan birinde oturuyordu. Beni fark etmesi zordu. Yol yakınken bitirmeliyiz Korhan, dedim içimden. Dünya üzerinde bu sebepten terk edilen ilk erkek sen olacaksın, aferin sana! Fakat yapamadım, geri döndüm. Sanırım hâlâ bir umut taşıyordum fark edeceğine dair. Ya da Korhan nişanlısının bu kadar çok güldüğü bir günde terk edilmeyi hak edecek kadar büyük bir hata yapmış mıydı emin olamıyordum. Üçüncü kez gelen çayı içmek istemedim. En sağlam kalem yıkılmıştı. Ama haklıydım. Hiçbir kadın bu kadarına dayanamazdı. Kalan yarım saatte bir defa bile gülmedim. Zaten sabahtan beri sayısız kere gülmüş, sırıtmış, kahkahalar atmış ve en tuhaf hallere bürünmüştüm. Yetsindi.

Arabadan inerken son bir gayret sırıttım Korhan’a. Bir hanımefendi sırıtmamalıydı oysa. Hani belki anlar artık diye. Fakat Korhan da aynı şekilde karşılık verdi. Aptal, tam bir aptaldı. Kapıyı çarparak indim arabadan. Eve doğru hışımla yürüdüm. Cılız bir, “İyi akşamlar canım,” sözü duydum. O kadar. Bu Korhan’dan adam olmazdı. Apartmana girince merdivenlerde hiç istemediğim bir rastlaşma oldu.


dün akşam

Dün akşam aylık rutin kontrol için gitmiştim muayenehaneye. Bu sefer tamamen beklentisizdim. Çünkü üç yıldır devam eden bu zorlu maceranın son bir yılı hep aynı ümitle gelmiş ve hayal kırıklığıyla ayrılmıştım. Biliyordum ki yine uzun bir kontrolden geçecektim. Duruma göre teller biraz daha sıkılacak ve yanak içine batan yerler için mum alacaktım. Sonra bildik cümleleri tekrar edecekti diş hekimim ortodontist Atıf Bey, “Biraz daha otursun. İyice kendini bulsun. Senin diş etlerin esnek. Yaramazlar yerlerine döner şimdi çıkarırsak…” Oysa beklemediğim bir şekilde damdan düşer gibi verdi haberi Atıf Bey. Kısa bir muayenenin ardından sıradan bir şeymiş gibi tekdüze bir sesle söyledi. “Çıkaralım artık telleri, daha fazla durmasına gerek yok.”

Diş arkalarındaki retainer tel bir süre kalacak ve geceleri yatarken plak kullanacaktım. Dört ayda bir de pekiştirme kontrolleri olacaktı ayrıca. Hepsini sevinçle başımı sallayarak onayladım. Sonra Atıf Bey nasıl olmuş deyip beni aynayla baş başa bırakınca şaşırıp kaldım. Defalarca gülümsedim kendime. İnsan meğer kendini beğenirmiş. Diş tellerinden sonra meydana gelen ve hep anlatılan o masalsı gülüş karşımdaydı. Gerçekmiş hepsi. Üç yıllık çilem dolmuştu ve kesinlikle değmişti. Bütün o fedakarlıklar gözümün önünden geçti. İlk haftalarda ağzımda meydana gelen yaralar, ağrılar ve sızlamalar… Hızlı bir şekilde kilo kaybedişim… Dudaklarımın şişmesi… Çorba, yoğurt ve püreden oluşan özel menülerim… Kaygısızca ısırarak yemeyi hayatımdan çıkarıp her lokmamı küçük dilimler halinde keserek yiyişim… Alışana kadar ağzımı kapayarak gülmeye ve konuşmaya çabalayışım… Asitli içeceklere veda edişim… Yanımda her zaman diş fırçası taşımak zorunda kalışım… Ama işte hepsine değmişti. Kendimi olduğumdan daha güzel ve özgüvenli hissediyordum. Ortodonti bölümüne plaket vermek istiyordum.

İlk kime göstermeliydim bu gülüşü? Aklıma elbette sevgili nişanlım Korhan geldi. Ama kendisi nöbetteydi, çalışıyordu. Mecburen sabahı bekleyecek ve okulda arzı endam edecektim ilk olarak. O akşam prensesler gibi hissediyordum başımı yastığa koyduğumda. Uykuya dalmak üzereyken telefondan gelen mesaj sesiyle irkildim. Açıp baktım. Burçak Hanım yazmıştı. “Pasta mı yapsam yoksa şerbetli tatlı mı karar veremedim Reyhancığım. Sen ne dersin? Yarın Zümrüt misafirliğe gelecek de.” Kızmadım. Zümrüt de kim oluyor diye söylenmedim. Şerbetli tatlı yapmasını yazıp gönder butonuna dokundum. Ve uyudum, prensesler gibi…


gündüz

Sabahleyin fırına diye çıktım evden. Cebime buzdolabımda her daim bulundurduğum Alman çikolatalarından birini koymuştum. Kendimce bir oyun peşindeydim. Diş tellerimin çıktığını ilk fark edene bu enfes çikolatayı verecektim. Üç yıl boyunca bıçakla küçük parçalara keserek yiyebilmiştim bu zaafımı. Fırına kadar olan kısa mesafede mahalleden bir tanıdık denk gelmedi. Sami abiye coşkuyla günaydın deyip halini hatırını sordum. Cılız bir karşılık verdi ve yeni çıkan ekmekleri raflara dizmeye devam etti. Olsun dedim içimden, elin adamı senin ağzına mı bakacaktı. Yanında çalışan Soner ise telefonuyla meşguldü. Ustası azarlayınca ekmeğimi poşete koyup uzattı. Hayırlı işler dileyip çıktım. Korhan’a kocaman gülümsememi içeren bir günaydın fotoğrafı atmamak için kendimi zor tutuyordum. Hayır, akşam buluşunca kendisi anlamalıydı. Biz kadınlar fark edilmek isterdik. Sevdiğimiz adam en ince ayrıntıyı bile yakalayan hassas bir ruha sahip olmalıydı.

Kahvaltıdan sonra hazırlanıp çıktım. Okul bahçesine girince Sevgi’yle karşılaştım. Gözlerinin içine bakıp gülümseyerek -bu fırsatı kaçırmamalıydım- “Günaydın,” dedim. Fakat Sevgi, kavanozun kapağı açılmış da serbest kalmış bir cırcır böceği gibi aralıksız anlatmaya başladı. Zaten daima kocası ve çocuğuna saçını süpürge ettiğinden bahseder ve bu minvalde şikayetlerle terapisini tamamlardı. Arkadaş grubumuz içinde evli ve çocuk sahibi tek o vardı. Öğretmenler odasında ilk beş dakika Sevgi’yi dinleyerek geçti. Gülüp dişlerimi gösterecek ya da konuşacak doğru bir zaman bulamadım. Sonra diğer öğretmen arkadaşlar geldi. Kimi çayını alıp bir kenarda simidini ya da poğaçasını yedi, kimi de akşamki maçın muhabbetine daldı. Biz de -beş kişiden meydana gelen aynı yıl atandığımız kızlar tayfasıyla yani- aramızda ders zili öncesi kısa bir sohbet başlattık. Fakat ben masasının ortasında değildim, karşısında da değildim. İp gibi aynı sırada dizilmiştik ve ben en uçta kalmıştım. Konuşurken yüzümü iyi görememiş olacaklar ki diş tellerimin çıktığını fark eden olmadı. Ders zili yaklaşırken telefonum çaldı. Burçak Hanım arıyordu. Açtım. “Karahayıt Çarşısı’na geldim. Dokuma işi bezler, havlular var burada. İstersen sana da alayım Reyhancığım.” İstemedim. Teşekkür edip derse gireceğimi söyleyerek kapattım.

Öğretmenler zili çalmıştı. Olsun, diyordum içimden. Az sonra zaten çocuklar hemen fark edecekti tellerimin çıktığını. Hepsi de bir prenses gibi olduğumu söyleyecek ve ben üç yıllık zahmetin ödüllendirildiğini hissedecektim. O çocuklar ki en ufak bir ayrıntıyı bile yakalayan harika bir dikkatleri vardı. “Öğretmenim, ayakkabınızı değişmişsiniz. Öğretmenim, saçınızın uçlarını boyatmışsınız. Öğretmenim bu elbiseniz yeni mi? Aaa, tırnaklarınız ne kadar güzel olmuş, öğretmenim. Tahta kaleminiz yeni mi, öğretmenim? Tek sorun çikolatayı kime vereceğimdi. Umarım aynı anda söylemezler, diye düşünerek tebessüm ettim ve sınıf kapısını açarak girdim.

Tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Yoklamayı aldım. Kitaplarımızı çıkarıp derse geçtik. Birisi de ayağa fırlayıp izin almadan öğretmenim demedi. Koşarak yanıma gelip coşkuyla haykırmadı. Birisi de küçük parmağıyla işaret ederek “Öğretmenin dişlerine bakın çok güzel,” demedi.

Teneffüslere umut bağladım. Mutlaka fark edecekti öğretmen arkadaşlar. İlk teneffüs kısaydı. Öğretmenler odasına gitmemle dönmem bir oldu. Zaten herkes inmemiş, gelenler de telefonuyla meşguldü. İkinci teneffüs yirmi dakikaydı ve çayını alan soluğu burada almıştı. Kızlar tayfası olarak akşamki buluşmayı konuştuk. Elif’in annesi memleketten ziyaretine gelmişti ve bizi eve davet ediyordu. Elif, annesinin yaptıklarını ballandırarak anlatmaya koyuldu. “Yerinde durmadı dünden beri,” dedi. “Börekler, kurabiyeler, tatlılar, salatalar...” Bu demektir ki önce Eliflere geçecek, oradan erken ayrılıp Korhan’la buluşacaktım. Arayıp haber verdim sevgili nişanlıma. Fakat maalesef ikinci teneffüste de aradığımı bulamadım. Aslında fırsat gelmişti, karşılarına oturmuştum. Üç defa gülmüş, dördüncüde otuz iki dişimle sırıtmıştım. Bir hanımefendi sırıtmamalıydı oysa. Sema, Hülya, Necla, Elif, Havva ve Sevgi. Hiçbiri fark etmemişti. İnanamıyordum. Ben olsam daha ilk anda anlardım şıp diye. Çok bozulmuştum.

Üçüncü teneffüs tavır yaptım ve öğretmenler odasına gitmedim, sınıfta çocuklarla kaldım. Öğle arasında olacaktı ne olacaksa. Yemekhaneye indik. Susamlı pastadan almıştım. Diş tellerimde kırıntılar ve susam parçaları kalacak diye uzak durmama gerek yoktu artık. Fakat Havva eskiden olduğu gibi yine kendisi için aldığımı düşünmüş olacak ki önce teşekkür etti sonra pasta dilimini çatalıyla ustaca kendi tabağına kaydırdı. Sanırım diş telinden dolayı almadığımı unutmuştu ve benim gerçekten susamlı şeyleri sevmediğimi düşünüyordu artık. Sonra kalkıp canım çekmese de su böreği aldım. Isırarak yedim, elimle ufak parçalar halinde kopararak değil. Ama Necla’nın düğün hazırlıkları bu eylemimi gölgeledi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Necla’ya şöyle yap böyle yap, diyorlardı. Ah Korhan diyordum ben de, o olsaydı kesin anlardı. Kalkarken telefonum çaldı. Burçak Hanım arıyordu. “Közde kahve yapan bir yer buldum. Bir gün beraber gelelim istersen. Bak fotoğrafını yolluyorum.” Alttan alta hep o kahve davetini hatırlatmak istediğini anlıyordum Burçak Hanım’ın.

Okul çıkışında, bütün gün gülmekten ve kahkahalara eşlik etmekten çenem ağrıyordu. Öğretmenler odasında hiçbir fırsatı kaçırmamış, yaşlı başlı ağır top dediğimizin hocaların kahkahalarına bile katılmış, Çiğdem Hanım’ın şüpheli bakışlarına hedef olmuştum. Maalesef Alman çikolatası hâlâ çantamdaydı ve kalbim kırılmıştı. Yine de pes edecek değildim. Onlar inatsa ben daha inattım. Kesinlikle söylemeyecektim, kendileri fark etmeliydi. Akşam önce Elif’in evinde kızlarla buluşacak, sonra erken ayrılıp Korhan’la kafede görüşecektik.


bu akşam

Hazırlandım. Aynada gülüşümün provasını yaptım. Çenemde hafif bir ağrı vardı ama olsun. Elif’in evi yürüyüş mesafesindeydi. Markete uğradım. Meyve aldım. Bilerek elmayı seçtim. Yetmezmiş gibi eğer zorda kalırsam diye hani şu nefes ferahlatan sakızlardan da aldım. İlk fark edene dedim yine içimden, cebime koyduğum bu harika çikolatayı vereceğim. Kapıyı Hülya açtı. Elif ile annesi mutfaktaymış ve son hazırlıkları yapıyormuş. Sonra Havva, Sema, Sevgi ve Necla geldi. Elif’in annesi diş telli halimi görmediği için onun fark etmesini elbette beklemiyordum.

Sofrada neler yoktu ki. Unlu kurabiye, makarna salatası, kıyması bol mantı, pırasalı börek, haşhaşlı pasta ve çeşit çeşit kekler. Sonra kızlar da eli boş gelmemiş, baklavadan tulumbaya kadar farklı tatlılar getirmişti. Biliyorum, böylesi bir sofrada lafı olmazdı ama Alman çikolatasını hırkamın cebine koymuştum. Bakalım talihli kim olacaktı? Bu masadan da başarısız kalkmaya tahammül edemezdim. Okuldaki durumu istisna buluyordum. Çünkü şimdi günün bütün yorgunluğu geride kalmıştı. Telaş ve koşturmaca yoktu. Muhakkak rahatlayan zihin ve ruhlar fark edecekti tellere veda edişimi.

Sevgi bebeğini getirmişti yanında. Bilerek, dikkatleri üstüme çekebilmek için, kucağıma aldım tatlı cadıyı. Türlü söz oyunları yaparak bebeği güldürdüm, yetmedi birlikte kikirdedik ve herkesin bize bakmasını sağladım. Ama olmadı. Birkaç saniyelik maşallahlar ve ne tatlı sözlerinden başka bir sonuç alamadım. Sonra bebeği Havva aldı benden şapur şupur öperek. Elif’in annesi Pınar Hanım lavaboya gitmek için kalkmıştı o sırada. Durumu fırsat bilerek onun yerine oturdum. Döndüğünde, “Siz çok yoruldunuz, çay ve yemek servisini ben yapacağım,” dedim. Tepsiler ve tencereler bu taraftaydı. Memnun oldu kadıncağız. Böylece daha dikkat çeken bir konuma yükselmiş oldum. Fakat bu da başarısız bir girişimdi. Herkes tabaklarını üst üste uzattı iştahlı bir halde. Hülya kurabiyelerden aldı üçüncü kez, Necla makarna salatasından yeni bir tabak istedi, Elif çayları doldurdu. Sema da pırasalı böreği övmekle meşguldü. İştahları bana olan dikkatlerini perdeliyordu. Servis köşesinde oturmakla iyi yaptığımı düşünmüştüm ama şimdi yanıldığımı anlıyordum. Sonra yine düğün hazırlıkları konuşuldu Necla’nın. Nişanında olan tuhaflıklar gülerek anıldı. Konuyu benim nişana da getirdim ama nafile. Her mevzuda iki çift lafım olmuş, kocaman gülüşlerle doğru yerde kahkahalara katılmıştım. Fakat olmuyordu. Bir Allah’ın kulu bile dişlerin dememişti. Sonra Burçak Hanım’dan mesaj geldi. “Yeni açılan çerez mağazasına geldim. Lüks karışımın fiyatı uygun. Sana da alayım mı Reyhancığım?”

Meyveler gelince direkt elmaya uzandım. Bu sefer mutlaka fark edilecektim. Isırarak yedim. Kütür kütürdü, suyu ağzımın kenarından aktı. Ardından kızlar da elmaya saldırdı benden görünce. Üç yıldır ısırarak yemiyordum oysa hiçbir şeyi. Diş telimin takıldığı ilk günlerde yiyeceklerimi okulda küçük parçalara ayırışım onlara ne kadar tuhaf gelmişti. Şimdi neden görmüyorlardı bu yeni durumu? Artık inanamıyordum. Gecenin sonuna doğru bu defa sakızı çıkardım hırkamın cebinden. Çikolata sahibini bekliyordu hâlâ. Sakız uzattım her birine. Bakın, bu böyle çiğnenir diyerek eğip büktüm ağzımda sakızı. Güldüler reklamı taklit edişime ama kimse tellerin yokluğunu anlamadı yine. Ne kadar da sinir bozucuydu. En acısı da beni diş teli taktırmaya teşvik eden Sema’nın bile fark edemeyişi olmuştu. Hani telleri çıkarınca prenses gibi olacaktım. Baş döndüren gülümsemeye kavuşacak ve herkes övgüyle bahsedecekti. Böyle demişti Sema. Eee, ne olmuştu şimdi? Tam üç yıl dört ay boşuna mı eziyet çekmiştim ben? Bir Allah’ın kulu bile fark etmedi diş tellerimi çıkardığımı iyi mi. Böyle mi olacaktı! Ama ben tahmin ediyordum başıma neden bunların geldiğini. Uzun bir süre diş tellerim benimle beraber olmuştu. Üç yıl dört ay boyunca. Bunun sonucu olarak tellerim çevremdekiler tarafından benimsenmişti. Yani eskiden beri diğer uzuvlarım gibi bir uzvum olarak görülüyordu. Nasıl ki kimse artık burnuma ya da gözlerime özellikle bakmıyorsa ağzımın içine de bakmıyordu. Ya da bakıyordu da görmüyordu. “Diş telinin bilinci perdelemesi” demekmiş bunun adı. İlk aylarda muayenede sıra beklerken yanımda oturan bir kız anlatmıştı. En korktuğum şey bu demişti. Ama aşk başkaydı. Onun dikkati her zaman canlı ve yenidendi.

O akşam erken ayrıldım kızlardan. Korhan beni bekliyordu. Kızlara kalkmayın dedim yerinizden. İçten içe kızıyordum onlara. Elif’in annesi uğurladı beni. Giderken yüzüme doğru eğilerek sesini alçaltıp sordu. “Kızım senin dişlerin pek düzgün, pek güzel görünüyor. Protez mi yoksa?” dedi. Ağzım açık gözlerim hayretten büyüyerek baktım kadına. Devam etti. “Ben de düşünüyorum yaptırmayı ama korkuyorum. Sana danışmak istedim.” O histerik kahkahadan bıraktım havaya. “Hayır teyzecim, kendi dişlerim,” dedim sinirli bir sesle. Şaşırarak, “Maşallah,” dedi arkamdan. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Yapay bir görüntüm mü olmuştu diye korkuya düşmüştüm çünkü. Bu kadın bilmiyordu sonuçta üç sene diş teli taktığımı, beni ilk kez görmüştü.

Kızlardan sonra Korhan ile buluşmam da fiyasko olmuştu. Eve bırakırken son bir gayret sırıttım Korhan’a. Bir hanımefendi sırıtmamalıydı oysa. Hani belki anlar artık diye. Fakat Korhan da aynı şekilde karşılık verdi. Aptal, tam bir aptaldı. Kapıyı çarparak indim arabadan.

Binaya girdim. Asansör meşguldü. Merdivenlere yöneldim ben de. Sinirliydim, çok sinirliydim hem de ve doğal olarak fazlasıyla üzgündüm. Dördüncü katın kapısı açıldı. Burçak Hanım’dı. Bir sen eksiktin dedim içimden. İyi akşamlar diledik birbirimize. “Şekerpareye limon sıktım,” dedi, “güzel oldu. İster misin bir tabak Reyhancığım?” Kem küm ettim karşısında. Yalnızlıktan mustarip biriydi. Kızlardan döndüğümü söyledim üzüleceğinden korksam da. “O kadar çok yedim ki birkaç gün idare eder beni,” dedim gülerek. “Yoksa elbette isterdim.” Sonra donup kaldı Burçak Hanım. Kırmıştım kadını işte. “Aaa,” dedi, “dişlerin… teller çıkmııııış... Ayy çok güzel olmuş dişlerin, inci gibiiiii!” Bu sefer ben donup kaldım. İnanamıyordum. Gözümden yaş geldi o anda. Ağlayacaktım tuttum kendimi. “Teşekkür ederim,” dedim sesim titreyerek. Sonra kendiliğinden çıktı ağzımdan: “Burçak Hanım, eğer müsaitseniz, gelmez misiniz bana? Bir kahve içeriz.” Yüzünde güller açtı kadının. “Tabii tabii,” dedi. Gidip içeriden bir tabak şekerpare alıp geldi.

Güzel bir kahve yaptım ikimize. Hırkamdan Alman çikolatasını çıkarıp kırdım elimle. Yanına koydum kahvenin. Bunu hak etmişti Burçak Hanım.


Özay Erdem

22 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page