top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Özay Erdem- Damla Bekçisi

Allah seni bildiği gibi yapsın Nurgül!

Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu minik cam şişeyle bahçedeki beton yolda volta atıyordu Osman. Bir yandan kendi kendine söylenirken bir yandan da tanıdık biri geçer umuduyla sokağa bakmayı ihmal etmiyordu. İlk gördüğü kişi mahallenin sözüne itibar edilen yaşlılarından Duru teyze oldu. Ağzına kadar dolu sarı bir çöp kovası taşıyordu ve sokağın başındaki konteynere doğru yavaş fakat kendinden emin adımlarla ilerliyordu.

Çöpünü döktükten sonra hafiflemenin ve yokuş aşağı yürümenin verdiği rahatlamayla adımları kıvraklaştı yaşlı kadının. Osman avını bekledi. Bahçe kapısı hizasına gelince önce tebessüm dolu bir günaydın armağan etti sonra da zaafından vurdu. Böyle bir şeyi direkt istemeyeceğini düşünüyordu, bu bir girizgahtı. “Bizim kara dutlar erdi nihayet Duru teyze,” dedi. Sonra arkasındaki masayı göstererek, “Gelin şöyle oturun da size bir tabak toplayıp vereyim.” Yaşlı kadın minnettar bir gülümsemeyle demir kapıyı açıp girdi ve boş kovayı yere bırakarak bahçedeki sandalyelerden birini çekip oturdu. Artık bir alışkanlığa dönüşen bacak ağrılarından şikâyet etmeyi de ihmal etmedi bu sırada. Duru teyzenin en sevdiği meyveydi dut. Ama karasından olacaktı. Onlar daha tatlı ve şifalıydı. Az sonra mutfaktan getirdiği tabakla geri dönen Osman ağacın dallarından kendisine yakın olanları tutup çekti. Fakat istediği verimi alamayınca yani tabak bir türlü dolmayınca ağaca çıkmak zorunda kaldı. Tedirgin bir şekilde ayağını sağlam bir dal bulma ümidiyle yukarıya doğru atarken keşke daha küçük bir tabak alsaydım, daha kolay dolardı diye düşündü.

Birazdan, güllerin altındaki gölgelikte yatan ve gözleri yumuk yumuk bakan sarı alacalı bir kediyi uzaktan sözleriyle seven Duru teyzenin karşısına oturdu Osman. Tabağı masaya bırakınca hayır duası aldı. Yaşlı kadın, “Şifadır oğlum bunlar,” diyerek birkaç tanesini birden ağzına attı. Ardından da şeker gibi gülümsemesiyle kocasını kastederek, “Bizim büyük çocuk kahvaltı bekler,” deyip kalkmaya yeltendi. Osman birden hatırlamış gibi yaparak yerinde kıpırdandı, “Duru teyzem,” dedi, “zahmet olmazsa şu damlayı döker misin?” Cebinden küçük bir şişe çıkarıp gösterdi. “Ben kendim beceremiyorum tek başıma.” Gerçekten de öyleydi. Aynanın karşısına geçince başını geriye yatırıyor ve göz torbasını lastik gibi altından çekip diğer eliyle damlayı dökmeye çalışıyordu. Fakat her seferinde gözün dışına düşüyordu damlacıklar.

Yerine tekrar oturdu Duru teyze. O şefkatli sesiyle, “Yaklaş bakalım,” dedi. Osman çömelip de başını karanfil kokan fistanlı eteğe koyunca gülümsedi yaşlı kadın. Bazen kucağına kıvrılıp yatan kedisi Uyanık geldi aklına. Alt göz kapağını yay gibi çekti Osman bir kediye çağrışım yaptığını bilmeden. Minik cam şişe ufukta göründü. Geliyordu damla işte, gülüyordu Duru teyze porselen dişleriyle. Şıp… Bir daha… Şıp … Ve bir daha… Ama olmuyordu. Hep dışa taşıyordu şişeden kopup gelen damlacıklar. “Gözlüğüm yanımda yok be evladım,” dedi sonunda yaşlı kadın. Yorucu bir iş yapmış gibi kızarıp terlemişti suratı. Ayıp olmasın diye dördüncü denemesinde, “Oldu,” dedi Osman. Sonra diğer göze geçtiler. Bu sefer de ikinci denemede, “Tamam,” deyip yine yalan söyledi genç adam. Dut dolu tabağı alıp giderken Duru teyze beceremediğini anlamış gibi, “Nurgül kızım dökseydi ya,” dedi. Osman acı acı gülümsedi. Dün gece kendisi işe giderken patlak veren kavgaları geldi gözünün önüne. Başka bir iş bulmasını isteyen karısının serzenişini hatırladı. Fakat anlatacak değildi. “Bu sabah geç kaldı işe Nurgül, telaştan unuttu,” dedi. Yaşlı kadın bir elinde çöp kovası diğerinde dut tabağıyla ağır ağır uzaklaşırken Osman gözlüksüz çıktı diye sitemkâr baktı arkasından.

Beton yolda tekrar bir ileri bir geri yürüdü. Cebindeki minik şişeyi kavramış sıkıca tutuyordu. Gözünden uyku akıyordu Osman’ın ve bir an önce şu işi halletmesi gerekiyordu. Sabah altıda Hüseyin’e devretmişti işi. Eve gelince Nurgül’ün yanına kıvrılıp bir saat uyumuş ardından damlanın saati geldiği için alışkanlıktan uyanmıştı. Yorganın altında belli etmeden karısının hazırlanışını seyretmiş, kendisini uyandırmasını boşuna beklemişti. Çelik dış kapının sesi gelince çıktığını anlamış, hışımla yorganı üzerinden atıp kalkarak, “Allah seni bildiği gibi yapsın Nurgül!” demişti.

Kendisine engel olamayarak ağzı yırtılırcasına esnedi Osman, ümitle sokağa baktı. Birazdan, el arabasıyla, Arif Bey göründü sokağın başındaki yokuşta. Çöp konteynerinin yanından yavaşça inmeye koyuldu. Evinin önünde bir tarlası vardı Arif Bey’in ve ilerlemiş yaşına rağmen burada sebze ve meyve yetiştiriyordu. Şimdi de topladığı salatalıkları satmak için el arabasıyla mahallede gezintiye çıkmıştı. Gerçi evde salatalık vardı ama Osman bu durumu bir fırsat görerek selam verdi Arif Bey’e. Üç kilo istediğini söyleyip bahçeye buyur etti demir kapıyı ardına kadar açarak. (Bir kilo isteseydi şüphe uyandırabilirdi ve menfaat güttüğünü düşünebilirdi muhatabı.) El arabasını beton yola çekti Arif Bey. Kefeleri zincirli terazisiyle üç kiloyu denk getirmek için çabalarken, “Allah bana verdi herkese versin,” diye huşu içinde mırıldandı. “Saatlik bu, yeni topladım benim tarladan. Pazardaki gibi saatlerce çuvalda beklemiyor.” Alışveriş tamamlanınca ayaküstü biraz lafladılar. Oturmak istemedi Arif Bey. Uğraması gereken evler varmış, siparişler almış kaç gün önceden. Parasını alıp yoluna gidecekken Osman birden aklına gelmiş gibi cebinden damlayı çıkarıp çekinerek sordu. “Şunu gözüme döker misin Arif amca, ben tek başıma beceremiyorum.” Yaşlı adam minik şişeye bakarak gülümsedi. “Olur tabii,” dedi. Sonra geçmişi anımsayıp söylendi. “Benimkisini de hep hanım dökerdi. Ameliyat oldum da kurtulduk.” Osman sandalyeye oturmasını istedi Arif Bey’den. Başını kadife pantolonun eski zamanlara götüren kokusuna ve yumuşaklığına yaslayınca yaşlı adam yine gülümsedi ve damlayı dökmek için kapağını açtı. Aklına torununun başını dizlerine koyup, “Dedecim, para verir misin?” deyişi geldi. Fakat elleri titriyordu Arif Bey’in, bir türlü sakız gibi çekilip genişleyen göz kapağının içine denk getiremiyordu damlaları. Osman baktı ki olacak gibi değil, yağmur gibi yağsa da damlalar, tamam deyip utandırmak istemedi adamcağızı. Arif Bey yeniden sokağa çıkarken hayırlı işler diledi arkasından. “Allah bana verdi, herkese versin. Saatlik bu, yeni topladım benim tarladan. Pazardaki gibi saatlerce çuvalda beklemiyor,” diyerek uzaklaştı yaşlı adam.

Saatine baktı Osman. Eğer Nurgül duygularıyla sağlığın birbirinden apayrı şeyler olduğunu anlasaydı şu an rahat yatağında mışıl mışıl uyuyor olacaktı. Belki de uyuma taklidini bırakıp her şeye rağmen ricada bulunmalıydı karısından. Tam da kavga edecek zamanı bulduk diye düşündü cebindeki şişeyi yeniden kavrayınca. Oysa daha önce her sabah ve akşam Nurgül’ün dizine koyuyordu başını Osman. Karısı damlayı dökmek için eğilince gelen menekşe kokusunu çekiyordu içine ve daha ilkinde maharetli eli, don lastiği gibi uzayan göz kapağının arasına düşürmeyi iyi biliyordu damlayı.

Bir süredir bu damlaya devam ediyordu Osman. Sitede bekçiliğe başladığından beri üç yıl geçmişti ve uyku düzeni bozulunca boşlukta hareket eden siyah noktalar görmeye başlamıştı. Doktor gözdeki sıvı kaybından bahsetmiş, bir tedavisi olmadığını söylese de içi rahat etsin diye damlayı vermişti. İlk denemesini ayna karşısında yapmış fakat bir türlü becerememişti. Sonra yat dizime diyen Nurgül’ün şıp diye bu işi halletmesinden etkilenmiş, evlilik işte bu diye düşünmüştü. O gün damlayı dökmenin ikinci bir kişiden geçtiğini anlamıştı Osman. Bu yüzden sık sık kavga ettikleri karısının gönlünü hoş tutmak için elinden geleni yapmıştı. Öyle ki evlendikleri günden beri şikâyet ettiği ne varsa bütün davranışlarını düzeltmişti. İçtiği çayın bardağını tezgâha değil bulaşık makinesine bırakıyordu artık. Kafasına göre pazar alışverişi yapmıyordu. Bir tatil günü de kalkıp kahvaltıyı o hazırlıyordu. İki haftada bir düzenli olarak Nurgül’ü babaevine götürüyor, yeğenlerine oyuncaklar alıyordu. Biliyordu ki Osman, Nurgül bir kere kırılınca asla konuşmuyor, hayat yükünü paylaşma konusunda acımasız bir greve gidiyordu. Günler geçtikçe fark etti ki bu damla sayesinde evliliğine -tanıştıkları ilk zamanlarda olduğu gibi- farklı bir huzur gelmişti.

Bir kez daha umutla sokağa baktı Osman. Tanımadığı bir adam geçiyordu. Aceleci adımlarla yürürken ağzındaki sigarasından bir nefes çekmeyi ihmal etmiyordu. Servise yetişecek mutlaka diye düşündü. Sonra gözüne susuz kalmış incir ağacı takıldı. Bahçenin içine doğru yürüyüp hortumu açtı. Ardından tekrar voltasına başlayacakken Tufan’ı gördü sokakta. Memleketinden kalkıp bin kilometre uzaktaki bu şehre gelerek üniversitede gıda mühendisliği okuyan delikanlıyı. Osman severdi Tufan’ı ve yaşına rağmen ona kafa dengim derdi. “Gel oturalım biraz bahçede,” dedi, “laflarız.” Delikanlı dersinin olduğunu söyleyince onu da zaafından vurdu Osman. Zaten esneyip duruyordu Tufan. Yeni öğütülmüş kahve teklifine hayır diyemedi bu yüzden. Bilirdi ki en has kahveleri Osman abisi bulundururdu evinde. Geceleri bekçilik yaptığı kulübesinde uykusu gelince bir tane içerdi bu has çekirdekli kahvelerden de cin gibi olurdu.

Biraz sonra aceleden köpüğü ihmal edilmiş ama kokusuyla kişiyi cezbeden kahveleri masaya bıraktı Osman. Yerine geçip de oturunca içini bir sıkıntı bastı. Konuya nasıl gireceğini bilemeyen, borç isteyen bir adama benzedi hali ve kendisi de şaşırdı bu duruma. Oysa ne vardı sanki, en fazla biraz gülerdi Tufan ve sonra istediğini yapardı. Ama biraz zaman geçmeli, en azından kahveler yarılanmalı ve o an birden aklına gelmiş gibi yapmalıydı. Yoksa kırılırdı çocuk ve bunun için çağrıldığını anlayabilirdi. Önce derslerden konuştular, sonra tuttukları futbol takımının kötü gidişatından. Ara ara Osman fincanını kontrol ediyordu Tufan’ın. Birazdan vaktin geldiğine karar verince elini cebine attı usulca. Damlayı çıkarıp masaya koyacak ve yeni hatırlamış gibi konuyu açacaktı. Fakat tam o sırada bahçe kapısı açıldı. İkisi de aynı anda çevirdi başlarını. Gelen kişi Burcu’ydu. Mahallenin en güzel kızı ve evlenmemek için direnen son kalesiydi. Saf gönüllü bir kızdı Burcu. Turuncu eteğini ve kıvırcık saçlarını savurarak, “Günaydın,” deyip ellerindeki poşetleri bir kenara bıraktı. Hemşireydi, hastanedeki nöbetinden dönüyordu ve sabahın bu vaktinde açık bir market bulup alışverişini yapmıştı. “Yahu ne güzel koktu kahve,” dedi, “sokaktan aldım ta kokusunu.” Osman, ilkokul ve ortaokulu aynı sınıfta okuduğu arkadaşına gülümsedi ve onun bu rahat tavırlarına alışmış biri olarak kalkıp bir tane daha kahve yapıp getirdi. “Uykum kaçacak ama olsun, senin meşhur kahvelerini bilmeyen yok,” diyerek içti genç kız. İşten, güçten, paradan ve aşktan konular açtı Burcu teklifsiz. Sazı eline alıp konuştu uzun uzun. Kahvenin de etkisi olmalıydı susmadı bir türlü. Sonra Tufan saatine bakıp, “Geç kalacağım,” diyerek ayaklandı. Burcu ile yalnız kalmaktan çekinen Osman kolundan tutup, “Ben bırakırım seni,” deyip zorla oturttu tekrar. Ardından da vaktin çoktan geldiğini düşünerek cebindeki şişeyi çıkarıp ortaya koydu. Konuya direkt girdi. “Hanginiz döküyor gözüme?” dedi gülerek. Hemşire olmanın verdiği yetkiye dayanarak çekip aldı damlayı Burcu. “Elbette ben,” dedi. “Gel bakayım şuraya, başını koy dizime.” Osman’ın yüzü kızardı fakat denileni yaptı. Kiraz dudaklarını, sivri minik burnunu, mor göz boyasıyla etkisi daha da artan ela gözlerini tersten gördü Burcu’nun. Omzundan dökülen saçların kokusunu ve leylak özlü parfümünü istemeden çekti içine. Burcu, “Yolda,” diyordu gülümseyerek fakat her seferinde damla dışa taşıyordu. Çünkü buram buram leylak kokusu içini doldurmuşken ve oturunca kızın dizlerini açıkta bırakan turuncu etekte başı yaslıyken heyecandan gözlerini kırpıştırıyordu Osman ve başını hareketsiz tutamıyordu. Sonunda, “Oldu,” deyip yalan söyleyerek kalktı. Rüyadan uyanmış gibiydi ve terlemişti. Tufan sırıtınca oğlana kaşlarını çattı.

Birazdan üçü birlikte ayaklandı. Osman’ın antika oldu, satmam diye övündüğü Serçe’sine binip önce Burcu’yu bıraktılar sonra üniversiteye kadar çıktılar. Tufan’ı iyi dersler dileğiyle uğurlayınca eve dönmek istemedi Osman. Esniyordu. Kahveye uğrayıp bir çay içmeli, diye düşündü. Hem belki damlayı dökecek birini orada bulabilirdi. Yeniden mahalleye geldi. Arabayı park edip bir eli cebinde kahvenin kapısından girdi. Gözleri etraftaki masalarda tanıdık bir kimse aradı. Fakat birkaç kişi vardı sabahın bu saatinde ve onlarla da ancak selam verecek kadar samimiydi. Aslında sadece Kahveci Bülent olsa yeterdi Osman’a. Nazı geçerdi ona ve samimi dost sayarlardı birbirlerini. Ama aksi gibi bu sabah yardımcısı sırık boylu oğlan Aşkın açmıştı kahveyi. Ondan isteyemezdi. Oğlan her şeyin fotoğrafını çekip sosyal medya hesabında paylaşıyordu çünkü. Bir an için Aşkın’ın dizine yatmış haldeyken “Osman abime göz damlası” başlığıyla fotoğrafını hayal etti ve derhal vazgeçti. Onun yerine kendisi denemek için kalkıp kahvenin lavabosuna gitti. Aynada başını geriye attı. Bekledi şişeden kopup gelecek damlayı ama olmadı. Yine dışa düşürdü. Az kalsın kalebodurlara sırt üstü devrilecek gibi olunca da bıraktı. Masaya döndüğünde bırakılan çaydan bir yudum aldı.

Birazdan, tam kalkmaya karar vermişken, elinde ilaç poşetiyle emekli öğretmen Müslüm Bey gelip oturdu yanına. “Geçmiş olsun,” dedi Osman. “Neyiniz var hocam?” deyince de, “Ne olsun, yaşlılık,” diyerek kapattı konuyu Müslüm Bey. Osman’ın aklında bir ışık yandı o anda. Mahallenin sağlık ocağını hatırladı. Nasıl ki iğne yapıyorlar ve tansiyon ölçüyorlardı muhakkak damlasını da dökecek yüce gönüllü bir hemşire bulabilirdi orada. “Tekrar geçmiş olsun,” deyip kalktı Osman. İki sokak ötedeki sağlık ocağına sürdü arabasını. Kapıyı tıklatıp derdini söyleyince kızıl saçlı genç hemşire bir an şaşırdı fakat sonra, “Sedyeye uzanın, damlatayım,” deyince denileni yaptı Osman. Bu sefer ne heyecan ne de titreme vardı. Hepsini Burcu’ya harcamıştı. Göz kapağını tellenen bir kuymak gibi çekti aşağıya. Hemşire damlayı yaklaştırdı. Şifa kaynağı katre yerini bulsun diye bekledi Osman. Ama olmadı. Ne kadar beklese de olmadı. Hemşire sonunda vazgeçip, “Bu bitmiş,” dedi. Genç adam şişeyi kaldırıp pencereye gün ışığına doğru tuttu. Gerçekten de dibinde hiç sıvı kalmamıştı. Hemşire, “İsterseniz doktor bey yeni bir tane yazsın,” deyince yandaki odaya geçti Osman. Fakat buradan da, “Daha bir ay dolmamış, yenisini yazamıyoruz,” cevabını alınca yatak odasındaki çekmecede duran yedek damlayı hatırladı. Mecburen evin yolunu tuttu. Gözünden uyku akıyordu ama içi hiç rahat değildi. Yedek damlayı bulup ayna karşısında yine denedi ama başarısız oldu. Sonra dış kapının açılma sesini duydu. Gelen Nurgül’dü. “İş yeri ilaçlanacağı için erken paydos verdik,” deyince havalara uçtu Osman ama belli etmedi. “Sen neden hâlâ uyumadın, gece nasıl ayakta duracaksın?” dedi karısı ve sehpadaki damlayı görünce durumu anladı. “Gel,” dedi kırgınlığı bir kenara bırakıp. Koltuğa oturdu karısı. Osman başını dizine koydu Nurgül’ün ve menekşe kokusunu özlemle çekti içine. Aslı’sına kavuşmuş ve bütün dişlerini feda etmeye hazır Kerem gibi baktı yüzüne. Sonra göz kapağını aşk okunun yayı gibi çekti. Damlayı tam eline alınca Nurgül telefonu çaldı. “Önemli olabilir, sen uzan bekle,” dedi kocasına. Arayan iş yerinden Suzan’dı ve yarın da ilaçlama yapılacağını ve gelmesine gerek olmadığını söylüyordu. Yüzünde gülümsemeyle odaya döndüğünde genç kadın, kocasını uyuyakalmış buldu.

Akşam işe gitmeden önce damlayı maharetle döktü Nurgül. İlk seferde tam isabet ettirdi, daha sonra diğer göz, onda da tam isabet. Osman o gece uyanık kalmak için çok çabaladı kulübesinde, sabahı üç kahveyle zor ederek geldi eve. Elinde bir buket papatya vardı.


Özay Erdem

16 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page