top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Özay Erdem - Emekli Pervaneler

                                 “Gülistan Hanım sanki kış gününde çıtırtılar eşliğinde gürül gürül yanan bir sobaydı da, bizler onun çevresinde toplanmış sıcaklığına muhtaç kişilerdik.”

 

Dehşet veren o hadise meydana geldiğinde birçokları gibi rahat yatağımda mışıl mışıl uyuyordum. Gecenin kör bir vaktiydi. Kalbe korku salan, kıyamet mi kopuyor diye insanı yerinden sıçratan o ses beni de uyandırmıştı. Heyecan, merak ve daha çok da korkuyla karışık o hal içinde pijamalarımla balkona çıktım. Gördüğüm manzara karşısında küçük bir şok geçirdim. Gözlerime inanmayarak ağzım açık bir süre bakakaldım. Fakat ne kadar şaşırsam da bir tarafım içten içe hep beklemişti bir gün bunun meydana geleceğini. Hepimize bir şeyler olmuştu ona mı olmayacaktı. Hepimiz bir tarafımızdan vurulmuş, yaralanmış ve kaybetmiştik. Şimdi de o, inanması zor ama, bağlılığının bedelini ödüyordu. Neyse ki yaz tatiline denk gelmişti.

Bütün bu olanların ve başımıza gelenlerin sebebi Gülistan Hanım’dı. O ve onun anlam veremediğimiz, ruhlarımızda meydana getirdiği gizemli tesiri. Yine de azıcık dürüst davranmaya çalışırsak Gülistan Hanım’ı suçlamak bizim bencilliğimizden başka bir şey olmasa gerekti. Balkonda ellerim titreyerek bir sigara yaktım. Az sonra polis, itfaiye ve ambulans sirenleri birbirine karıştı. Çok geçmeden televizyoncular da geldi. Yeni bir sigara daha yakarken en başına gittim olayların. Onunla herkesin karşılaştığı o ilk güne.

İki sene önce görevlendirmeyle gelmişti çalıştığımız liseye Gülistan Hanım. Herkes o sene de müzik derslerine davudi sesiyle Yankı Bey’in gireceğini zannediyordu. Yine sazını alıp öğle aralarında öğretmenler odasında türküler okuyacak ama benim de aralarında olduğum birkaç kişi dışında dinleyicisi olmayacak diye düşünüyorduk. Aslında güzel okurdu Yankı Bey, özellikle de Acem Kızı’nı. Fakat bizim okulda yıllardır süregelen bir parçalanmışlık vardı. Üçer beşer kişilik gruplar halinde bölünmüştük öğretmenler olarak. Herkes iyi anlaştığı kişilerle okulun farklı bölümlerinde -teneffüsler ve öğle aralarında- beraber oturup kalkardı. Kimileri kantindeki turuncu çuhalı o çirkin masanın etrafında toplanıp Haydar’ın acı çaylarından içer, kimileri bodrumdaki kazan dairesine inip sigara üstüne sigara tüttürür, kimileri de öğretmenler odasındaki çarpık sandalyelere oturup telefonlarıyla meşgul olurdu. Kendisini boş bir sınıfa, kütüphaneye ya da spor salonuna atan tek tabancalar da yok değildi. Bütün kadroyu bir arada sadece sene başı ve sene sonundaki kurul toplantılarında görebiliyorduk. Oysa hepimiz yaşını başını almış insanlardık. En az iki çocuğu vardı herkesin ve bazılarımız emekliliği gelse de çalışamaya devam ediyordu. Fakat yaş ilerledikçe daha kucaklayıcı ve olgun olacağımız yerde burnumuzdan kıl aldırmamış, farklı dünya görüşlerinin ve hayat zevklerinin de etkisiyle dağılmıştık.

Çok uzun süredir, kaç yıl oldu ben de bilmiyorum, öğretmen kadromuzda bir değişim yaşanmamıştı. Tek görevlendirme personelimiz olan Yankı Bey bile yıllardır haftanın tek günü gelip gitmişti okulumuza. Ama onun da emekliliği gelmişti ve memlekete yerleşme bahanesiyle daha fazla çalışmak istemediğini duymuştuk. Birbirinden bıkmış aile bireyleri gibiydik kısaca okulda. Gülistan Hanım bizim gibi değildi. Henüz gençti ve güzeldi. Evlenmemişti. Onu ilk gördüğümüzde hissettiğimiz şey yeni çiçek açmış bir kiraz ağacının masumiyetiydi. Biz meşeler, palamutlar ve gürgenler arasında o bahar taşıyan ışıl ışıl genç bir ağaç gibiydi öğretmenler odasına adım attığında. Sırtında gitarı, altında çiçekli eteği vardı. Ancak ilk hafta donuktu bakışları ve çizgi halini alan dudaklarıyla etrafına yayılmayan, kendinde saklı kalan bir güzellikten ibaretti Gülistan Hanım. Belki de her birimizi tek tek ölçüp tartıyordu o ilk haftada. Bizler birbirimizin huyunu suyunu biliyorduk ama onun için herkes yeniydi.

İkinci hafta ilk rahmet tecellisi esti Gülistan Hanım’dan bizlere doğru. Elinde bir kutu çikolatayla çıkıp geldi. Öğretmenler odasında topu topu üç kişiydik. Gülistan Hanım ruha hafif elektrik dalgaları verip canlandıran o sevimli gülüşüyle önce bizlerin yanına kadar gelerek çikolatadan ikram etti, sonra da durumdan şikayetçi oldu. Neredeydi herkes? Hizmetlilerden Cavidan Hanım’a rica ederek diğerlerine haber vermesini istedi. Bir hareketlenme meydana getirdi bu. İkinci teneffüs yedi kişi olmuştuk. Fakat sonraki teneffüs öğretmenler odasında yine birkaç kişi kalınca ikinci defa ikram etti çikolatalardan Gülistan Hanım. İkram meleği onun ilk sıfatlarından biriydi bu okuldaki. 

Üçüncü hafta büyük mağaza poşetlerinin içine koyduğu saklama kaplarıyla çıkıp geldi Gülistan Hanım. Gitarını bir köşeye bırakıp hardal sarısı zarif paltosunu artık doğru dürüst kullanılmayan kapaklı askıya özenle astı. Saklama kaplarının kapaklarını çıt çıtlar eşliğinde sırasıyla açınca oturduğum koltuktan kalkarak utanmadan baktım ne var diye içlerinde. Gördüklerim beni şaşırttı. Bir tarafta kundak halinde sarılmış börekler diğer tarafta cevizi bol sevimli kek dilimleri vardı. Bu incecik su gibi kızın hamurlarla böyle ustaca oynayabilmesini tezat bulmuştum. Ama kimyada da böyle değil miydi? Zıtlar bir araya gelir ve yan yana harika uyumlar meydana getirirdi. O gün dört kişiydik öğretmenler odasında. Geçen hafta çekinerek aldığımız çikolata ikramlarını hatırlayıp bu defa sevinerek ve yerimizden sırasıyla kalkarak aldık kekle böreklerden. Bülent Bey, kendisi tarih öğretmenimizdi, telefona sarılıp Haydar’a ders başlamadan hepimize çay getirmesini söyledi.

Öğle arasında ikram meleğimiz Gülistan Hanım saklama kaplarını alarak çıktı öğretmenler odasından. Sonradan öğrendim ki önce kazan dairesine gitmiş; coğrafyacı İlyas Bey, felsefeci Tuğba Hanım ve matematikçi Polat Bey oradaymış. Eski kanepeler üzerine oturup sigara dumanları altında koyu çaylarını içiyorlarmış. Daha önce uzaktan gördükleri Gülistan Hanım ile tanışmışlar. Gözlerinin içine bakmış Gülistan Hanım her birisinin ve ufak gülücükler bırakmış havaya kafesten salınan kuşlar gibi. Zaten çok sonra anlayacaktım ben onun bu etkisini. Gülistan Hanım’ın bütün enerjisi burada toplanıyordu. O; ruhuyla, insanlığıyla ve masumiyetini yanına alarak gülümsüyordu karşısındakine. Gözlerinizin içine bir defa gülerek baktı mı, Gülistan Hanım’ın güzelliği bir kıymık gibi batıyordu ruhunuza. Hem mutlu oluyor hem de bir şeyler canınızı yakıyordu. İlyas Bey, Tuğba Hanım ve Polat Bey bu tatlı baskın karşısında başta şaşırıp yadırgasa da Gülistan Hanım’ın efsunlu gülüşüyle önlerine konan kek dilimleri ve börekler bütün şüphelerini alıp götürmüş. Ardından kantine uğramış ikram meleğimiz. Bedenci Turgut Bey, İngilizce öğretmenimiz Yeşim Hanım, edebiyatçı Meral Hanım ve fizikçi Yücel Bey’le tanışmış. Hepsi kekle ve börekle ihya olunca somurtan suratlarındaki kaslar gevşemiş ve gülümsemeye başlamışlar. O gün kütüphaneyi ve sınıfları da dolaşmış Gülistan Hanım. Bütün öğretmenler ile tanışmış. Yetmemiş müdür yardımcısını ve müdür Nemrut Cihan’ı odalarında ziyaret etmiş. Gülistan Hanım gittikten sonra havada kokusu ve sesinin yankısı kalmış. Ne oldu bize der gibi arkalarından bakakalmış herkes.

Gülistan Hanım işini biliyordu. Bütün güzel ve akıllı kadınlar gibi o da yaptığı tesirin farkındaydı. O yüzden olacak sonraki hafta eli boş olarak sırtında gitarıyla geldi okula. Bordo bir etek vardı bu sefer üzerinde. Paltosunu yine kapaklı dolaba asarken bakışlar gizliden gizliye onu takip etti. Öğretmenler odasındaki kalabalık artmıştı. Pervaneler ateş başında toplanıyordu yavaş yavaş.

***

Okula perşembe günleri geliyordu Gülistan Hanım. Öğretmenler odasındaki kalabalık -dediğim gibi- giderek artmaya başlamıştı. Fakat diğer günler gene kendi kovanlarına dönüyordu herkes. Gülistan Hanım zaman zaman yine ikramlarda bulunuyor, tatlılar yapıyor ya da ilk kez yediğim farklı kurabiyelerle damak tadımızın başını döndürüyordu. Ama her şeyden önemlisi kadın ya da erkek herkes onda bambaşka bir şey buluyordu bence. Bir zamanlar sahip olduğumuz gençliğin o “leylak büklümleriyle sarılı” canlı halini hatırlıyor, ona yakın olmak tesellisine tutunuyorduk. Gülistan Hanım’ın bir sözüne, bir gülüşüne ya da bir bakışına muhatap olmak hayatı yeniliyordu bizler için. Yağmur sonrası yıkanan bir bahçeye çeviriyordu herkesin iç dünyasını. Körelmiş, alışkanlıktan görülmeyen güzellikleri yeniden ortaya çıkarıyordu onunla vakit geçirmek. Hele o ilk gitar çalışı ve söylediği şarkı yok muydu keşke kameralar kayıt altına alsaydı bu tarihi anı diyordum şimdi kendi kendime. Nasıl ki harika bir doğa manzarası bütün herkesin zevkine sunulmuş bir nimetti, Gülistan Hanım da bizim için konuşan, gülen, yürüyen ve gözlerimizin içine bakan bir doğa harikasıydı.

Bu tek günlük gelişlerle sadece biz insanlar değil hayvanlar da ihya oluyordu. Okulun çevresinde cirit atan sokak köpekleri hayatlarının en saadet dolu anlarını yaşıyordu perşembe günleri. Gülistan Hanım zarif bedeniyle tezat teşkil eden dağcı tipi sırt çantasında daima bir paket mama taşıyordu çünkü. Okula giriş ve çıkışlarında alt geçidin oraya ve binanın etrafına döküyordu mamadan. Kurum personelince “hoşt, kaybol oradan” benzeri sözlerle kovulmaya alışkın bu hayvanlar, Gülistan Hanım’ın şefkat nakışlı ellerini başlarında hissedip okşanınca şaşırıyor, bir de önlerine mama dökülünce şok geçirmiş gibi dik dik suratına bakıyorlardı. Sonra da yavru bir köpekmiş gibi içten gelen kesik kesik ince havlamalarla minnettarlığını dile getirip yemeye başlıyorlardı. Kaç defa şahit olmuştum bu duruma.

Birkaç ay sonra daha büyük tesirleri ortaya çıktı Gülistan Hanım’ın okul üzerinde. Müdür Nemrut Cihan’a bir haller oldu. Yüzü gülmeyen, konuşurken suratımıza bakma tenezzülünde bulunmayan bu adam, sabahları giriş kapısında bekleyip öğretmenlere ve öğrencilere gülümseyerek günaydınlar dağıtmaya başladı. Sadece bununla kalsa iyiydi. Okulda her hafta bir tadilat ve yenileme işlemiyle meşgul oluyordu. İşçiler geliyordu, işçiler gidiyordu. Bazen de şarjlı matkapla onu koridorlarda dolaşırken görüyorduk. Son icraatı okulun ön cephesini boyatmak olmuştu ve tabii ki perşembe günü Gülistan Hanım’dan takdiri kapmıştı. Onu memnun edebilmek, ondan “güzel olmuş” sözünü duyabilmek için çalışıyordu sanki Nemrut Cihan. Artık bir hafta boyunca yeterdi bu iltifat kendisine. O geçen bir haftada da yapılacak yeni bir iş bulurdu mutlaka. Hiç olmadı çöp kovalarını ikinci defa değiştirirdi. Annesinin gözlerinin içine bakıp aferin bekleyen çocuklar gibiydik biz Gülistan Hanım’la beraberken. O, rotasız gemilerimizin karşısına çıkan uzaktaki davetkar bir adaydı. Kadın ve erkek bilinçlerimiz ona yönelmişti. Ki bence okul binası bile Gülistan Hanım’ın beğenisi karşısında cansız varlıklara has olumlu bir atomik dizilişe yöneliyor, memnuniyetini gösteriyordu. Bu böyledir. Sevgiyle kullanılan bütün eşyalar daha uzun ömürlü olurdu. Çünkü insanın ruh hallerine ve yaydığı enerjiye duyarlı oldukları için sağlamlığı meydana getiren ideal atom ve molekül bağlarına ulaşıyorlardı.

Odasından doğru dürüst çıkmayan asosyal müdür yardımcımız Sedat Bey bile o gün mutlaka öğretmenler odasına uğruyordu. Titreyen sesiyle espri yapmaya çalışırken çoğu defa komik duruma düşüyor, Gülistan Hanım hariç kimse gülmüyordu bu esprilere. Fakat o bir kere önden gülünce diğer öğretmenler de gülmeye başlıyor; bir neşe dominosu, Meksika dalgalanması meydana getiriyordu öğretmenler odasında. Bu melodili kahkahanın peşine takılmak, ona karışmak ve onun bir vagonu olmak meyline kimse karşı koyamıyordu. Hepimizin gönlünü yapan bir Pamuk Prenses’ti o, bizler de cüceleri. Tabii öğrenciler cephesinde de durum farklı değildi. Okula adımını atınca küçük bir kalabalık etrafını çeviriyordu derhal Gülistan Hanım’ın. Günaydın ve nasılsınlar havalarda uçuşuyordu. En kıskanç bayan öğretmenlerimiz bile, “Haftanın bir günü geliyor, olsun o kadar,” deyip ses etmiyor ama içten içe biliyorlardı ki bu durum bir gün gelmeyle açıklanacak bir şey değildi. Öyle ki kadınlar onun geleceği gün artık daha çok süsleniyor, daha özenli giyiniyordu. Ölü toprağını atmışlar gibiydiler üzerlerinden. Emekliliği yaklaşan Feyza Hanım bile yeni birkaç kıyafet alma zorunluluğu hissetmişti. Kadınlar hem onu kıskanıyor hem de seviyorlardı. Çoktandır unuttukları gençlik neşesi ve enerjisini onlara bulaştıran bu rakibenin gelişinden aslında hoşnutlardı. Yeniden çatışma ve ihtiras duyguları uyanmıştı hayata karşı, küllenen ateş harlanmıştı. Okulun en güzel kadını ikinci baharını yaşayan Selma Hanım da Gülistan Hanım gelince tahtını kaybediyordu. Baktığı ayna sanki ona, “Var kraliçem, sizden daha güzeli var,” demiş gibi suratı asılıyordu perşembe günleri. Anlıyordum ki ilgi ve dikkatleri üstüne çekmeye alışık olduğu için bu hal onu yaralıyordu. Cadının sunacağı kırmızı elmayı bekliyordu Gülistan Hanım’a. Ama her şeye rağmen o bile rakibesine cana yakın davranıyor, ona açıktan bir savaş ilan etmeye cesaret edemiyordu. Gülistan Hanım bütün düşmanlıkların daha başlamadan yok olduğu bir alan meydana getirmişti ılıman ikliminde ve perşembe günleri bütün personel için bambaşka bir güne dönüşmüştü. Sıradan yıldızların arasında kendini belli eden bir Kuzey Yıldızı’ydı Gülistan Hanım. Onun ışıltısı ve parlaklığı bizlerin içindeki yaşam hevesini gıdıklamıştı.

Haydar’ın o acı çayları perşembe günleri daha çok içiliyor, hatta tükeniyor ve yeniden demlemek zorunda kalıyordu. Bahar dallı pembe bir çay fincanı vardı Gülistan Hanım’ın. Küçük kuş yudumlarıyla içerken çayını o, diğerlerinin gözünde o is karası çay bir anda aromalı bir şerbet mertebesine ulaşıyor, içmeyenler kalkıp bir bardak çay alma ihtiyacı hissediyorlardı. Gün sonunda Haydar bu bahar dallı pembe fincanı özenle yıkayıp dolapta uzak bir kenara kaldırıyordu. Bir hafta boyunca müzedeki önemli bir eser gibi onu muhafaza edip başka dudaklardan koruyordu böyle yaparak… Önceleri kullanılmayan dolaplı elbise askılığına ne demeliydi peki. Artık yer kalmıyordu. Çünkü Gülistan Hanım bel kısmında iki dal nergis figürü bulunan yeni paltosunu buraya asıyordu. Askı, Gülistan Hanım ile beraber, yeni bir önem ve şahsiyet kazanmıştı. Zaten onun her dokunuşu, her hareketi, her sözü ve her bakışı bu eski binayı yeniliyor, sakinlerine etrafındaki eşyalara karşı yeni bir bakış ihsan ediyordu. Bizler sayısız Pinokyo, o da bizleri çocuk yapan perimizdi. Gülistan Hanım bu okul için sıfırların soluna gelen bir rakamıydı. Anlam ve değer kazanmıştık onun varlığıyla.

***

Bahardı. Mayıs gelmişti. Bahçedeki güller en kırmızı haliyle ve en sarhoş edici kokularıyla arzı endam ediyordu. Bir perşembe günü, o incecik parmaklarında bir yüzük gördük Gülistan Hanım’ın. Er geç olacaktı bu, herkes biliyordu içten içe. Kaçınılmaz bir sondu. Korkarak sordu Coğrafya hocamız İlyas Bey. Aldığı cevap kırıcıydı. Nişanlanmıştı Gülistan Hanım. Ama nasıl olurdu! Eminim ki birçoğumuzun içinde bu isyan cümlesi ya da buna benzer cümleler doğmuş fakat söyleme cesaretini bulamamıştık kendimizde. Bize yaşama motivasyonu veren ışığımız elimizden alınmış gibi hissetmiştik. Meğer uzun süredir zaten birisi varmış hayatında Gülistan Hanım’ın. Polismiş çocuk. Adı Suat’mış. Aileler nihayet tanışmış ve aralarında yapılan küçük bir nişan töreniyle adı konulmuş işin. Düğün için de temmuz ayına bir tarih belirleyeceklermiş.

***

O gün herkes düğünde gülüp eğlendi. Bütün okulu davet etmişti Gülistan Hanım. Mutluluk dileklerimizi sunup takılarımızı takarken ellerimiz titriyordu. Bir aralık, düğünün sonlarına doğru, Gülistan Hanım’ın anne ve babasıyla tanıştık. Hep beraber masa etrafında oturup tatlı tatlı konuştuk. Acı haberi o sırada aldık. Öğrendik ki Suat’ın başka bir şehre tayini çıkmıştı ve Gülistan Hanım’ı da alıp götürecekti beraberinde… Eve dönünce herkesin içinde anlam veremedikleri bir tel koptu. Biliyorum, çünkü benim hissettiğim şey tam olarak buydu. Anlayamadığım bir hüzün sardı içimi. Kimdi Gülistan Hanım bizim için, ne anlam ifade ediyordu? Yaşlı ellerime baktım dizlerime koyarak. Bu kadar kafiydi. O gece emekli olmaya karar verdim. Zaten çoktan vakti gelmişti de inat ediyordum.

O eylül ayı okul başladığında öğrendim ki benim gibi daha birçok kişi emekliliğini istemişti. Gülistan Hanım’ın varlığına bir kere şahit olmuştuk ve onun bulunmadığı okulun bizler için bir anlamı kalmamıştı. Fakat ben korkuyordum. Sadece bizler ve köpekler değil okulun binası da mahzundu. Hissediyordum. Bahara doğru Nemrut Cihan’ı ziyarete gittiğimde koridorlarda yürürken duvarlardan anlamıştım bunu. Hatta dayanamayıp okulun halinin iyi olmadığını, bir yapı denetiminden geçmesi gerektiğini söylemiştim. “Bir sene önce baktı mühendisler,” demişti Cihan. “Kale gibi, elli yıl daha bir şeycikler olmaz buraya,” demişler. Ama bir sene önce Gülistan Hanım buradaydı demek istemiş sonra cesaret edemeyip susmuştum.  

***

O dehşet veren hadise meydana geldiğinde birçokları gibi rahat yatağımda mışıl mışıl uyuyordum. Gecenin bir vaktiydi. Kalbe korku salan, kıyamet mi kopuyor diye insanı yerinden sıçratan o sesler beni de uyandırmıştı. Heyecan, merak ve daha çok da korkuyla karışık o hal içinde pijamalarımla balkona çıkmıştım. Gördüğüm manzara beni dehşete düşürmüş, gözlerime inanamayarak şaşkınlıktan ağzım açık bir süre bakakalmıştım. Fakat ne kadar şaşırsam da bir tarafım içten içe hep beklemişti bir gün bunun meydana geleceğini. Hepimize bir şey olmuştu ona mı olmayacaktı sanki. Hepimiz bir tarafımızdan vurulmuş, yaralanmış ve kaybetmiştik. Şimdi de o, betondan olması bir şeyi değiştirmezdi, bağlılığının bedelini ödüyordu. Neyse ki yaz tatiline denk gelmişti. Az sonra polis, itfaiye ve ambulans sirenleri birbirine karıştı. Çok geçmeden televizyoncular da geldi. Belki yarım saat boş boş baktım uzaktan enkaza. Geçmişin anılar denizinden nihayet kurtulup kendimi toparlayınca evde durmak istemedim. Üstüme ceketimi alıp çıktım evden. Okula doğru, artık var olmayan o yere yürüdüm. Büyük bir kalabalık vardı alanda. Evi bu civarda olan hocalar da gelmişti. Sanki mezar taşımıza bakıyorduk. Koskoca bina, yıllarca çalıştığımız kurum yerle bir olmuştu. Kesik havlamalarla bir köpek yanaştı yanımıza. Eğilip başını okşadı matematik öğretmenimiz Polat Bey. “Üzülme,” dedi zeytin gözlü hayvana, “onu bilmeseydik belki bu acıyı çekmezdik ama yaşıyor sayılmazdık o zaman da.”

Az ötede muhabirlik yapan genç bir kız, temelde meydana gelen beklenmedik bir göçük sonucu okulun yıkıldığını anlatıyordu. Yanındaki uzmandan aldığı destekle konuşuyordu. Ona göre toprak altında tahmin edilemeyen bir kayma yıkıma neden olmuştu. Şimdi gidip onlara yanıldıklarını söylesem, Gülistan Hanım’dan bahsetsem herhalde deli olduğumu düşünürlerdi. Meyus adımlarla eve geri döndüm.


Özay Erdem 

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page