top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Özay Erdem- Granit Tavalar, Görümceler ve Sessiz Çığlıklar

Hülya, o sabah iş yerine geldiğinde, acımasız bir çatal imgesi taşıyordu zihninde. Fazla pişmiş sucuklu yumurtayı her seferinde hoyratça delip granit zemine ulaşıyordu çatal ve kayarak düz bir çizgi bırakıyordu geride. İlk bakışta anlaşılmıyordu belki varlığı. Fakat ışığa tutulunca hemen belli ediyordu kendisini.

Hülya ne kadar istese de acımasız çatal imgesini ve uzantısı bilezikli tombul kolları bir türlü kovamıyordu zihninden. Ne müşteriye fincan takımlarını gösterirken ne de doğrama tahtalarını raflara yerleştirirken ondan kurtulamıyordu. Genç bir kız, çeyiz hazırlığı yapıyordu, “Granit serinize bakmak istiyorum,” deyince içi cız etti Hülya’nın. Aynı şeylerin pek yakında onun da başına geleceğini düşündü. Bu acı bilgelikle baktı suratına. Ardından tavalara doğru götürdü kızı ve kutusundan tek tek çıkarıp önüne koydu üç parçadan oluşan seti.

Saatine bakıyordu sık sık Hülya. Hiç istemese de karşı koyamıyordu bu dürtüye. Müşteriye yemek takımlarını gösterirken gayriihtiyari bileği kıvrılıyor, saniye çubuğunu yakalıyordu bakışları. Yaşlı bir kadına kasaya kadar eşlik ederken gözü duvardaki saate kayıyordu. Baharat setini kutusundan çıkarırken ise bu kez durup çekinmeden bakıyordu. Suna’nın uykuculuğunu bilmese şimdiye çoktan aramıştı.

“Bu uyku hali doğurduktan sonra oldu bende.”

Düpedüz bahaneydi Hülya’ya göre. Çocuk doğalı neredeyse dört sene olmuştu ve bu kadın uslanmaz bir uykucuydu ona sorsalar.

“Saat ondan önce mümkünü yok uyanamıyorum. Kaçta yatarsam yatayım olmuyor…”

Tabii o sırada erkenden uyanan Teoman, evde serseri bir topaç gibi dolanıyordu. Odalardaki çekmeceleri açıp kapatıyor, gözüne kestirdiği eşyaları alıp kurcalamaktan geri kalmıyordu. Kayınvalidesi Selma Hanım ise bütün bunları görse de ses etmiyor, “Çocuk işte, böyle böyle büyüyecek,” diyordu.

Saat ona gelirken artık dayanamadı Hülya. Görümcesi Suna’yı aradı. “Aklım sizde kaldı,” dedi sesine üzgün bir ton vermeye çalışarak, “Sabahleyin şöyle güzel bir kahvaltı hazırlayamadım. Ne yiyip ne içeceksiniz?” Esneyerek konuştu Suna. “Sen merak etme,” dedi. “Ben nefis bir sucuklu yumurta yapacağım. Bizim Teoman pek iştahlı yiyor sucuklu olunca.” Hülya o anda elinde çatalıyla henüz üç buçuk yaşında olan Teoman’ı hayal etti. Motor becerileri ilkel bir seviyede seyreden çocuğun granit zeminle temas eden çatalı içini ürpertti. “Yemeğini artık kendin yiyebilirsin,” diyordu Suna, sofra her kurulduğunda. Ama Hülya’ya göre bu görümcesinin tembelliğine yeni bir kanıttı. “Alın şu çatalı çocuğun elinden,” diye bağırmak istedi telefonda ama bastırmak zorunda kaldı feryadını. Sonra silikon kaşık ve servis tabağı diyecek oldu. Ağzından çıkan ilk kelimeyi yalancı bir öksürükle boğarak yine tuttu kendisini. Servis tabaklarına alıp yemek gibi bir alışkanlıkları yoktu kocasının ailesinin. Hep ortadan yiyorlardı. Kayınvalidesi Selma Hanım bunu daha samimi buluyor ve aile bağlarını güçlendirdiğine inanıyordu çünkü. Telefonu kapatırken son duyduğu şey Teoman’ın annesine “Fırfırım nerede?” diye ciyaklaması oldu. “Çekici yetmedi bir de fırfırı mı çıktı başımıza,” diye söylendi Hülya içinden.

Dün akşam otobüsle gelmişlerdi memleketten kayınvalidesiyle görümcesi. Teoman yol boyunca uyumuştu ve gelir gelmez ortalığı birbirine katmıştı. Elindeki küçük çekiçle odalar arasında cirit atmış, acaba ilk darbeyi nereye indirecek diye Hülya’nın yüreği ağzına gelmişti. Bir de marifet gibi kayınvalidesi anlatıyordu, “İnşaatçı dedesi verdi oğluma, çok seviyor çekicini.” Suna da geri kalmamış, çanak tutmuştu, “Nereye giderse gitsin ayırmıyor yanından.”

Balayından döndüğü günü hatırladı Hülya. Bütün iş arkadaşları etrafını çevirmiş, düğüne gelemeyenler tebrik etmiş, gelenler de tekrar mutluluk temennisinde bulunmuştu. O sırada, herkes işinin başına dönünce, satış müdürü Münevver Hanım yaklaşmıştı yanına Hülya’nın. Bir sır verir gibi sesini alçaltarak konuşmuştu, “Taze gelin olmak zordur Hülya. İlk bir ay rahat bırakırlar ama sonra ziyaretler bir başladı mı bitmek bilmez… Memnun etmek zordur gelen gideni. Her şeyden alınırlar, her şeyde bir mana ararlar. Azıcık ters bir şey yap bizi sevmiyor mu diye düşünürler. Sen anladın ne demek istediğimi…” Bir şey diyememiş sadece gülümsemekle yetinmişti o gün Hülya. Gerçekten de balayı dönüşünden iki hafta sonra kayınvalidesi Selma Hanım ve görümcesi Suna, Teoman’ı da alarak, destur almadan gelmişlerdi. Üstelik memlekette bağ bahçe işleri yeni başlamasına rağmen.

Zihnindeki çatal imgesiyle tekrar işine dönmüş, porselen çaydanlıkların yerini değiştiriyordu genç kadın. Huzursuzluğu azalacağına artıyordu. Aslında sabahleyin evden çıkarken olacakları sezmişti. Çizmesinin tekini giymiş sonra vazgeçerek çıkarmış ve tekrar eve girerek mutfağa yönelmişti. Tavayı çıkarıp ocağın üstüne koymuş, içine de silikon kaşığı bırakmıştı. Granitlerine tahta kaşık bile kullanmıyordu Hülya, çizilir korkusuyla. Servis için de mutfak masasına tabaklar çıkarmıştı. Fakat tam evden ayrılacakken, ikinci çizmesinin fermuarını da çekmişti, içine o meşhur kurt düştü. Yanlış mı yapıyordu? Yaşlı başlı kadına ve görümcesine yol yordam mı öğretmeye kalkıyordu? Vallahi yanlış anlayacaklardı. Tavasını onlardan sakındı diye de düşünebilirlerdi. Daha ilk ziyarette olumsuz bir intiba bırakacak ve belki de küçük bir test olan bu ziyaretten sınıfta kalacaktı. Çizmelerini çıkarıp tekrar eve girmiş ve tavayı kaldırıp servis tabaklarıyla beraber dolaba koymuştu.

O gün iş yerinde akşamı zor etti Hülya. Belki mutfak eşyaları satan bir mağazada değil de başka bir yerde çalışsaydı bu denli zor olmayacaktı. Ama müşteriye göstermesi gereken yemek takımları, bardaklar, tavalar ve daha birçok eşya aklına sürekli evini ve mutfağını getiriyordu. Sonra görümcesinin oğlu Teoman’ı düşünüyor, evin savaş alanına dönmüş olma ihtimaline kendisini hazırlamaya çalışıyordu. “İki günlüğüne geldiler,” diyordu içinden. Memlekette iş zamanı, bağ bahçe işleri bekliyor. Daha fazla kalmalarına imkân yok. Dayanabilirdi pekâlâ. Ama ya granit tavası çizilmişse? İşte bu düşünce tekrar başa sarmasına neden oluyordu. Çatal imgesi tekrar ortaya çıkıyor, bir mızrak gibi deliyordu sucuklu yumurtadan oluşan dayanıksız postu.

Zili çaldı Hülya. Anahtar kullanmayı doğru bulmamıştı. Beklerken kalbi küt küt atıyordu. Kapı açılır açılmaz mutfağa doğru koşmak istiyor, bütün gün zihninde onu allak bullak eden çatal imgesinden kurtulmak istiyordu. Tek yol gerçekle cesurca yüzleşmekten geçiyordu. Bekledi. Görümcesi Suna hoş geldin diyerek aldı onu içeriye.

Üstünü değiştirmeden önce mutfağa bakmak istedi Hülya. Ama yapamazdı, bu düpedüz suçlamak olurdu kayınvalidesiyle görümcesini. Eşyasını kıskanmak demekti. Mutlaka anlaşılırdı. Yanından geçerken yine de şöyle bir baktı mutfağa, karanlıktı. Bir şey göremedi. Üstünü değiştirirken Teoman’ın çığlıklarını duydu holde. Kayınvalidesinin cılız sesi geldi sonra. “Yapma oğlum, lambayı vuracaksın… Gel hadi içeriye, fırfırınla oyna,” Nedir bu fırfır Allah aşkına, diye düşündü Hülya saçını toplarken. İş yerinde telefonla konuşurken de duymuştu.

Odadan çıkınca elinde ok ve yayıyla gördü çocuğu. Koşarak gelip ona sarıldı Teoman. Başını okşadı genç kadın eğilerek. Ama boynunu ve halka halka olmuş kirleri görünce çabucak bıraktı. Suna’nın annelik anlayışı hakkında olumsuz düşünceler hücum etti zihnine. Fakat derhal kurtardı kendisini. Böyle düşünmesi doğru değildi. Çocuk oku başka bir duvara nişanladı.

Hülya mutfağa girince gözleri tezgâhı yokladı hemen. Ama granit tavasını göremedi. Üçlü seriden ortancanın kullanıldığını tahmin ediyordu. Ne ocak üstünde ne de selede dizili tabak çanak arasında vardı. Bulaşık makinesine girmiş olmalıydı. Tam eğilip kapağını açacakken Suna girdi mutfağa. Yapamadı. Durup dururken bulaşık makinesini açmak yine yanlış düşüncelere neden olabilirdi.

Görümcesiyle yemek hazırlığına giriştiler. İş yerindeki mesai bitince evdeki başlamıştı. Ama razıydı. En azından mutfak araç gereçleri onun gözetiminde kullanılacaktı. Bu sırada Teoman çığlıklar atarak mutfağa girip çıkıyordu. Elinde bu kez kırmızı bir otobüs vardı. “Uçuyoruz!” diyerek gezdiriyordu ortalıkta ve kapılarını uzun zaman önce kırmıştı. Bu gürültüye de razıydı Hülya. Dün neler yapmamıştı ki, yatak odasındaki çekmeceleri karıştırıp içini dökmüştü oğlan. Bibloların yerlerini değiştirmişti. Öyle ki bazılarını farklı odalarda dolap altlarında bulmuştu. En kötüsü de elindeki o ufak çekiç olmuştu. “Tooor!” diyerek önce yere vuruyor sonra sağa sola saldırarak hayali düşmanlarını birer birer öldürüyordu. Acaba nereye indirip neyi kırıp dökecek diye kaygılanmaktan perişan olmuştu. Bütün bunlar yaşanırken ise Suna ilgisiz kalmış, cılız bir, “Oğlum dikkatli oyna,” uyarısı çıkmıştı ağzından sadece.

Yemekler hazırlanınca sıra sofrayı kurmaya gelmişti. O sırada gördüğü şey karşısında az kaldı çığlığı koyuverecekti Hülya. Tam altmış dört parçadan oluşan yemek setinin en değerli parçalarından üzüm salkımlı sunum tabağını Teoman’ın eline vermişlerdi. Bir elinde otobüsü diğerinde tabakla yalpalayarak çıktı mutfaktan, “Benim oğluşum annesine yardım etmeyi çok seviyor.” Suna önce gururlanarak baktı arkasından sonra Hülya’ya döndü, “Evde verilen küçük görevler çocukların özgüvenini geliştirir.” Ama Hülya dinlemiyordu. Aklında sadece sunum tabağı vardı. Ya holden geçerken duvara sürterse ya yere düşürüp kırarsa. Pek de dikkatsiz sallana sallana gidiyordu. O anda koşup iki yanına yumuşak yastıklar koymak istedi çocuğun. Ama yapamadı. Neyse ki Teoman sağ salim ulaştı oturma odasına. Kayınvalidesinin coşkulu aferininden anladı. Peşinden dış kapının açılma sesi duyuldu. Kocası Timur işten dönmüştü.

Sofraya oturduklarında bir kez daha Hülya’nın aklına tavası düşmüştü. Muhakkak bulaşık makinesinde olmalıydı. Uygun anı kollayacaktı bakmak için. Bu sırada Teoman yeni bir aksiyon içindeydi. İkide bir sandalyesinden kalkıp kanguru gibi zıplayarak odada şöyle bir tur atıp geliyor, sonra güç bela iki lokma yiyordu.

Yemekten sonra vakit kaybetmeden bulaşıklara girişmek istedi Hülya. Böylece yalnız kalıp tavayı rahatça kontrol edebilirdi. Fakat ilginç bir şekilde Suna engel oldu. “Sen geç otur,” dedi, “bütün gün yoruldun, mutfak bende.” İçine sinmedi Hülya’nın bu durum ama görümcesi çok ısrar edince karşı koyamadı.

Timur’un aldığı baklava demlenen çay eşliğinde yenilirken yüreğini ağzına getiren başka bir hadise yaşadı Hülya. Odalar arasında cirit atan Teoman bu kez elinde boynu yarıya kadar yırtılmış oyuncak ayısıyla çıkıp gelmiş ve saçma bir şekilde otobüsüyle ikisini dövüştürüyordu. Görümcesi Suna tatlısı bitince ayağa kalktı. Konsolda duran ilaç şişesini alarak yanına çağırdı oğlunu. “Haydi bakalım, portakallı su vakti,” dedi. Bu, çocuğun vitamin şurubuydu. Hülya öylece bakakaldı. Bakışları önce zemindeki pırıl pırıl halıya sonra şurup şişesiyle bilezikli kollara ilişti. Öylece, altına bir şey tutmadan içirecekti şurubu. O anda koşup mutfaktan tepsi getirmek istedi. Güzelim halısına şurup damlasın istemiyordu. Fakat yapamadı. Fazla titiz görünme korkusu ve halısına akrabalarından daha çok değer veriyor intibası bırakmaktan çekindi. Sonra birkaç damlacık düştü pamuk şekeri renkli halısının üzerine. Hayır, tek damlaydı aslında. Ama Hülya üst üste yaşadı hayalinde bu anı ve birkaç defa düşmüş gibi geldi ona. Suna fark etmedi bile. Genç kadın içinden ah ederek en azından eliyle siper etseydi kaşığın altına diye düşündü. Bez getirip silmeliydi derhal. Yapamadı. Teoman şurup dökülen yere bir de ayağıyla basıp mühürlemiş oldu.

Az sonra damlanın telafisi olduğuna karar verdi Hülya. Silince lekeden eser kalmaz diye avuttu kendisini. Granit tava kaygı sırasında tekrar öne geçmeyi başarmıştı. “Ben size keyif kahvesi yapayım,” diyerek ayaklandı. Bulaşık makinesini kontrol etmek için iyi bir bahaneydi. Fakat kayınvalidesi takıldı peşine bu sefer. “Beraber yapalım gelin,” dedi. Cezveyi karıştırırken bulaşık makinesini açmamak için zor tuttu kendisini Hülya. Kayınvalidesi Selma Hanım mutfaktaki masaya oturup seyretmekle yetindi.

Kahveler içilirken bozulan sinirleri rahatlamıştı genç kadının. Kocası, kayınvalidesi ve görümcesiyle sohbete dalınca ruhu genişlemeye başladı. İş yerinden ve tuhaf müşterilerden bahsediyor, onlar da ağızlarını açarak dinliyorlardı. Ne kaprisli kadınlar vardı şu dünyada. Bu sırada Teoman kanepede sızıp kalmıştı. Bütün gün koşturunca birden uykuya yenik düşmüştü.

Başlarını yastığa koyduklarında vakit gece yarısını geçmişti. Yine de bütün yorgunluğuna rağmen uyku tutmuyordu Hülya’yı. Herkesin uyuduğundan emin olunca usulca kalktı yataktan. Mutfağa geçti ve el bezini deterjanla ıslattı. Acil müdahale edilmesi gereken bir halı vardı. İlk dokunuşta leke kayboldu ama ikna olması için defalarca silmesi gerekti genç kadının. Nihayet tekrar mutfağa geçince kalbi bir kez daha küt küt atmaya başladı. Komik ve saçma buldu bir tavayı bu kadar önemsemesini. Gidip yatmak istedi. Kendisine olan saygısını daha fazla yitirmeden bu işe bir son vermeliydi. Ama yapamadı. Gerçekle yüzleşmek istiyordu. Bulaşık makinesinin kapağını tuttu. Tam açacakken Suna girdi mutfağa. “Bizim Teoman uyandı, su istiyor,” dedi esneyerek. Sonra da suyunu alınca bir şey demeden çıkıp gitti. Hülya yine davrandı. Bu kez açmayı başardı kapağı. Birkaç bardak ve akşam yemeğinden kalan tabak çanak dışında bir şey yoktu. Sonra heyecanla mutfak dolaplarını açtı tek tek. Yoktu. Üç granit tavadan ikisi vardı ve beklemediği şekilde en küçüğü yoktu. Demek sabahleyin sucuklu yumurta için onu kullanmışlardı.

O gece türlü ihtimalleri düşünerek uykuya daldı genç kadın. Komşuya ödünç vermiş olabilirler miydi? Yan komşu taşındıklarından beri bir şeyler istiyordu. Şarj aleti, temizlik bezi ve elektrik süpürgesi bunlardan bazılarıydı. Ama tava da olmaz ki diye düşündü. Acaba kullanırken tabanını yakmışlar ve fark edilmemesi için atmışlar mıydı? Saçmaydı. Belki de tam iyi bakamamıştı. Sabah işe gitmeden önce dolapları bir daha kontrol edecekti.

Çizmelerini giydiğinde aklı granit tavasındaydı hâlâ. Dolaplara bir kez daha bakmış ama bulamamıştı. Yoktu. İş yerine gelince kayıp tavanın yanına yeni bir endişe gelip yerleşti. Kalan iki tavasını düşündü. Yine yumurta mı kıracaklardı? Saat ona kadar müşterilere yağdanlıkları, cezveleri, çatal bıçak takımlarını gösterdi Hülya. Yeni gelen su bardaklarını raflara dizdi. Nihayet ona çeyrek kala dayanamayıp aradı. “Ne yiyip ne içeceksiniz?” Bekledi. “Yumurta yapacağız,” dedi görümcesinin uykudan mahmurlaşmış sesi. “Gene mi,” dedi içinden. Yağda mı suda mı diye düşündü sonra. Ama soramadı. Suna içini rahatlattı neyse ki. “Teoman sert yumurta istiyor yine,” dedi gülerek. Hülya “yine” kelimesine takıldı. Laf almak için harekete geçti. “Dünkü sucuğu beğendiniz mi? Timur internetten getirtmişti.” Suna güldü. “Bizim çocuk yanar döner. Sucuğu tam doğrayacağım, istemiyorum diye tutturdu. Cezvede yumurta kaynattık.” Peki o zaman küçük granit tavası neredeydi? Teoman’ın sesi duyuldu. Çekicini yeniden bulmuş olmalıydı. “Tor geliyor, hııaaaah!”

Akşam eve gelince kayınvalidesi ve görümcesini hazırlanmış buldu. İşten erken çıkan Timur garaja bırakacaktı. Ama önce yemek yediler. Sonra alelacele çay servisine başladı Hülya. O sırada kanepenin altından Teoman’ın çıkardığı şey küçük bir şaşkınlık çığlığı attıracaktı neredeyse genç kadına. Sapından yakalamıştı en küçük tavayı çocuk ve sertçe zemine bıraktı. Daha sonra arkasında duran topacını alıp içine fırlatmak isteyince hışımla çekip aldı Hülya granit tavasını. Ne zaman yerinden kalkmış ne zaman almıştı kendisi de şaşırdı yaptığına. “Benim o, fırfırımın sahası,” diyordu salya sümük ağlayarak Teoman. Kafasına vurup sus bakayım demek istedi Hülya, tuttu kendisini. Kayınvalidesi ne oluyor deyip ayaklanır gibi yapınca çaresiz geriye verdi tavayı. Anında sustu Teoman. Pütürlü plastik bir çubuğu vardı topacın, bunu hızla çekince altındaki düzenekte takılı topaç dönerek zemine çarpıyor ve dönmeye başlıyordu. Topacın her düşüşüyle çıkardığı ses kahrediyordu Hülya’yı. “Altı plastik topacın, bir şey olmaz,” diyordu Suna alay edercesine. “Evde de tavayla oynamayı seviyor.”

Son çaylar içilirken Teoman ortalarda görünmüyordu. Yerde duran tavasına göz ucuyla kaçamak bir bakış attı Hülya. Oturduğu yeri televizyon bahanesiyle değiştirip yaklaştı. Işığın altındaydı tava. Çizilmemişti. Ama sanki zemininde belli belirsiz helezonlar da varmış gibi geldi genç kadına. Sonra holde bir nida duyuldu. “Toooorrr!” Elinde çekiçle odaya dalan Teoman, Hülya’nın olduğu yöne doğru koştu. Ardından birden zıplayarak çekicini yerdeki tavaya indirdi. Felç mi gelmişti yoksa damarlarından biri mi çatlamıştı bilemedi Hülya. Başı döner gibi oldu. Suna koşup geldi hemen. Oğluna sağlam bir tokat vurdu. Teoman ağlayarak çıktı odadan.

Kapıda kayınvalidesinin elini öptü uğurlarken Hülya. Suna ile sarılıp öpüştüler. Timur bavulları arabaya götürmüştü. Teoman’ın ise gözleri yaşlıydı hâlâ ve babaannesinin arkasında saklanarak somurtuyordu. Hülya bakmadı suratına. Oturma odasına döndüğünde geçmeyecek bir yara izi gibi duran çekiç darbesini gördü tavanın zemininde. Sonra gözlerini karartan o sahneyi tekrar yaşadı hayalinde. Eli ayağı titredi.

O akşam yastığa başını koyduğunda, “Bitti,” diye mırıldandı içinden. Bağ bahçe ve tarla işleri derken uzun bir süre gelmezler diye düşündü Hülya. Yeniden evinde saltanatını sürebilirdi. Bu düşünceye tutunarak gözlerini yumdu ve uykuya daldı.

Ertesi gün iş çıkışına doğru Timur aradı. “Abimle hanımı geliyor karıcığım. Arabalarıyla çıkmışlar yola. Çocuklar da varmış yanlarında. Şu senin meşhur tatlından yapar mısın?” Telefonu kapatınca satış müdürü Münevver Hanım’ın sözü yankılandı Hülya’nın kulaklarında: “Taze gelin olmak zordur... Evlenince ilk bir ay rahat bırakırlar sonra sırasıyla ziyaretler başlar...


Özay Erdem

11 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page