top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Özay Erdem- Trulli Treni

Plajlardaki gibi büyüktü yaşlı adamın şemsiyesi. Yürürken kaldırımı kaplıyordu. Öyle olmasaydı çoktan geçerdim kendisini. Bir yandan sitem ederken içimden bir yandan da şemsiye dediğin böyle olmalı diye düşünüyordum. İtalik yağan sağanaklarda bile insan onun altındayken kuru kalabilirdi. Takılıp kalmıştım peşine. 

Tam ortadan yürüyordu yaşlı adam. Yaya sollaması için ne sağında ne de solunda yeterli boşluk bırakmıştı. (Yayalar hem sağdan hem de soldan sollama yapabilirdi.) Benim gibi yaz yağmuruna hazırlıksız yakalanan başkaları da vardı. Yaşlı adamdan kurtulmak için yola iniyorlar, bir süre yol kenarında devam edip tekrar kaldırıma çıkıyorlardı. Ben yapamıyordum. Belki vızır vızır işleyen arabalar ve sıçrattıkları sudan tedirginlik duyuyordum. Belki de yaşına hürmeten geçmek istemiyordum yaşlı adamı. Fakat zihnimdeki çaydanlık imgesi her geçen dakika kuvvetleniyordu. Yaşlı adamın peşinde vakit kaybediyordum. Pekâlâ şemsiyesinin altına girip beraber devam edebilirdik yola. Eğer olursa marketten aldıklarını da taşırdım. Ama vaktim yoktu o kadar. 

Belki de belediyeye kızmalıydım. Sadece bir tane plaj şemsiyesi sığacak genişlikte kaldırım yaptıkları için. “Yaz mı kış mı belli değil,” dedi kadının biri. Yaşlı adamı hafifçe iterek geçip gitti. Heyecanlandım. Kızdım kadına içimden. Yaz yağmuruydu, azıcık ıslansan ne çıkardı. Şahsen eğer çaydanlık olmasaydı ben keyif almaya bakardım bu yağmurdan. Yaşlı adamın yaz yağmurları için küçük bir şemsiyesi bulunsaydı daha iyi olurdu tabii. Poşetimin ağzını daha sıkı bağladım su girmemesi için. Fırıncının sardığı kâğıttan sıcaklığı hâlâ geliyordu çöreğin.

Evet, yaşlı adamın yaşına başına hürmetim vardı. Fakat o kayıtsız tavrı da beni etkilemişti. Kendine güveni temsil ediyordu bana göre. Dünyada sadece sen varsın, senin için yapıldı şu kaldırım. Bencillik daha başka bir şeydi benim gözümde. Yaşlı adam insanların kınamasından kurtulmuş, özgürleşmiş bireydi. Özgürlük başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmek diyen ders kitapları vardı, biliyorum. Ama sürekli arkasını kontrol edip gelen var mı, varsa yol vereyim diye düşünemezdi. Arkaya bakarak insan yaşayamazdı. Yaşlı adamı geçmek saygısızlık olacaktı. Kendisine plaj şemsiyesinin kaldırımı kapladığı ve insanları rahatsız ettiği intibası vermemeliydim. En azından doğal yollardan olmalıydı bu geçiş. Kaldırımın genişleyeceği caddeye kadar sabredebilirdim. Çaydanlık da dayanabilirdi. Haşhaşlı çörek sevdası beni çarşıdaki fırına kadar yürütmüştü.

Belki de yağmur, her an olabilirdi yaz yağmuruydu sonuçta, dinerdi ve kapatırdı şemsiyesini yaşlı adam. Onunkisi gibi dev bir şemsiyeyi açıp kapatmak zor olmalıydı. Çok ağır bir kılıcı kınına sokmak gibi. Ben bu düşüncelerle ıslanırken zarif incecik bir kız -yağmur altında daha güzel görünüyorlardı- kaldırımın nispeten biraz daha geniş olduğu kısma gelince rahatça geçip gitti yaşlı adamı. Eğer yanlış anlaşılmasaydı onu takip etmek isterdim. Haşhaşlı çörek sevdamı anlatmak ve daha başka şeyler konuşmak isterdim yağmurun kızıyla. Biz erkekler, genelleme hatasına düşüyorum, güzel kızların karşısında sonsuza dek konuşabilirdik. Oysa çaydanlık buna müsaade etmezdi. İnsan evden çıkarken kendisini böyle bağlayıcı şeyler yapmamalıydı. Bekarlığın dezavantajları vardı. Sen, güzel kız, kusuruma bakma.

Biraz sonra peşime takılan bir çocuk olduğunu fark ettim. Bu bir oyundu. Gülüşünden anladım. Yaramaz bir suratı vardı. Yaramaz çocukların kabahatlerinin suratlarına sindiğini ve buna göre bir şekil aldığını biliyordum. Yavaş adımlarla üç kişi arka arkaya gidiyorduk şimdi. Beraber ıslanıyorduk. Eğer peşimize bir kişi daha takılırsa, hayır Daltonlar değil, bir tren olabilirdik. Çocuk da isterdi muhakkak bunu. Ne treni peki? Trulli Treni elbette. Formula 1’de dar cadde pistlerinde ortaya çıkan bir durumdu. Öndeki araç çok yavaş olsa bile arkadan gelen geçiş yapamazdı bir türlü. Çünkü yol dardır, cadde pistlerinin özelliği. Bir zaman sonra araçlar takip mesafesinin çiğnendiği dip dibe halde birbirini takip ederken bir konvoy meydana gelirdi. Hayır. Formula 1 araçlarından elbette bir düğün konvoyu meydana gelmezdi. Islanırken bunları düşünüyorsam çok da ıslanmıyorum demektir. Yaz yağmuru. Bir Serdar Ortaç şarkısı. “Haşhaşlı çörek sıcak havalarda yenmez.” Sen karışma yönetici bey. Bu lafını tekrar duymaktan çekindiğin için bir haftadır almıyordum zaten. Oysa bak yaşlı adama, kimseden çekiniyor mu? Harika bir kayıtsızlık içinde. Kayıtsızlığın insanın karakterini ve psikolojisini koruduğu, kendi kararlarını alabildiği belli dozunu yakalarsan hayat kolaydır. Neyse. Trulli Treni. Yarış kimsenin kimseyi geçememesi nedeniyle başladığı gibi, eğer kaza olmazsa, bu şekilde sıkıcı bir halde sonlanırdı. İsmin ilham babası Jarno Trulli, eski Formula 1 pilotu, genelde bu konvoyların başını çeken isimdi.

Bir kişi daha, o sigarayı yağmurda içmek nasıl havalı duruyordu, cesurca bir hamle yaparak yola indi ve saygısız görünmeyi de göze alarak geçti yaşlı adamı. Elbette bir çözüm yolu daha vardı. Bunu biraz önce düşünmüştüm, rüzgâr güllerinin tente altında döndüğü kırtasiyeyi geride bırakırken. Yolun karşısına geçip yaşlı adamla arayı açabilir sonra tekrar karşıya geçerek Trulli Treni’nden kurtulabilirdim. Peki arkamdaki, yaramazlığı yüzünden akan çocuk da benimle beraber karşıya geçmeye yeltenir miydi? Ya geçerken bir arabanın altında kalırsa? Bu riski göze alamazdım. Beklemeliydim. Buna karar vermiştim. Sonra itiraf ettim kendime. Berber dükkânlarını geçmiştik. Üşeniyordum. Gerçek neden buydu. Evim bu taraftayken neden karşıya geçecekmişim? Oysa insan böyleydi. Az bir zahmetten kaçmak için daha çok zahmete katlandığını anlamıyordu. Anlamak istemiyordu. Aferin sana bilge ses, alkışlıyorum. Şak şak!

Olaya odaklanmakta zorlanıyordum. Çaydanlık imgesi yanıp sönüyordu. Bir hamle yapmalıydım ama sadece içimde plak gibi dönüp duruyordu düşünceler. Kontrolü kaybetmek üzereydim. Şehirler arası yolda bir tırın arkasında kalmış otomobil gibi hissediyordum. Bir kaplumbağayı takip etmekle cezalandırılmış tavşandım. On bin metre koşuda gücünü son tura saklayan atlet gibi sinsice izliyordum sanki lideri. Gerektiğinde depara kalkacaktım. Çaydanlık kaynayıp taşmadan ama. Sonra saygısızlık bütün bunlar diye düşünüyor, burnuma seyrek de olsa çarpan damlalara odaklanıyordum. Çörek ıslanmazdı. Poşet korurdu onu.

Çocuğun arkasında başka biri vardı. Beraber kıkırdadılar. O zaman anladım. Delikanlıyı görünce Trulli Treni’nin gerçekten hortladığına inandım. Konvoy büyüyordu. Benim yaşlı adamı geçme konusundaki utangaçlığımla alay etmek için mi gelip trene dahil olmuştu delikanlı? Yüzünden şakacı biri olduğunu anlamıştım. Her an gülecek gibiydi suratı. Aslında kol kola girip şu eylemlerdeki onurlu yürüyüş pozunu verebilirdik birlikte. Ortada şemsiyesiyle yaşlı adam olurdu eğer beşinci kişiyi de bulabilseydik. Trulli Treni beni tedirgin ediyordu. Ani bir karar verdim. Markete girdim. Aksiyon filmlerindeki kovalamacalarda izini kaybettiren araç sürücüsü olmak istemiştim. Fakat sonra, bebek bezleri arasında dolaşırken, peşimden gelmediler diye çocuk ve delikanlıya alındım. Markette biraz oyalanıp tekrar yola koyulmaya karar verdim. Plastik bir çubuğa tırmanmış beyaz benekli ayının olduğu çikolatadan aldım. Bir kilo da domates. Ayıp olmasın diye aldım. Selma teyze ayıp olmasın derken öleceksin oğlum derdi hep. Süpermarketleri müze gibi gezemezdim. Sanırım o ayı değil pandaydı.

Dışarıda yağmur devam ediyordu. Kaçmayı gereksiz kılan o romantik yağmur tipiydi. Fakat meşhur okul bilgisi peşimi bırakmıyordu. Su, yüz derecede kaynar. “Yaz yağmuru, düşer benim yüreğime. Bir küçük aşk… Damla damla gir gönlüme…” Yaşlı adam ve trenin kuyruğu yoktu. Uzaklaşmış olmalıydılar. Göremiyordum. Kaygısızca yürümeye koyuldum. Sonra çaydanlığı düşünerek hızlandım. Hatta markete girdiğim için kızdım kendime. Rüzgâr gibiydim. Mirkelam klibinde Mirkelam’ı geçebilirdim. Öyle. “Öyle günler oldu ki senle…” Sonra karanlık bir heyula kesti önümü. Bir musibet gibi dikildi karşıma. Olduğum yerde kalakaldım. Adım atamadım. Başkaları yola inip devam ettiler yollarına. Yaşlı adama tosladım. Kaldırımda durmuş kirazlara bakıyordu. Market işgal etmişti bir kısmını kaldırımın. Dönüp suratıma baktı bir anlığına yaşlı adam. Geçebilir miyim diyemedim. Ben de yanındaki kayısılara baktım. Yürüdü az sonra. Peşine takıldım. Beni yaşlıları tuzağa düşüren bir cani sanmasından korkuyordum şimdi. Ama gündüz gözüydü. Caniler caniliklerini kara bir örtü altında gösterirlerdi.

Planıma göre su kaynamadan evde olacaktım. Normal şartlar altında tabii. İnsan her zaman normal şartlara göre plan yaparsa böyle olurdu. Büyük insanların her koşula uygun planları vardır. Belki de geçen dolmuşlardan birine atlamalıydım. Büyük insanların böyle kötü planları yoktur. Ben aslında yağmurda daha hızlı yürürdüm. Şimdi eminim fokur fokur kaynayan su demliği itiyor ve basınç uyguluyordu. Demek ki yüz dereceye ulaşmıştı sıcaklık. Demliği devirecekti önce. Belki demlik dayanacaktı bu baskıya. Su kaynayıp azaldığı için yüksekliği de azalacaktı. O vakit çaydanlığın ağzından yol bulacaktı kurtulmak için su. Taşacak ve ocağı söndürecekti. Emniyeti olmayan ocaktan gaz yayılacaktı evin her yerine. O sırada haşhaşlı çörek sevdasına düşmeyip az ötedeki fırından dönen biri bizim kattan geçerken duracak ve tedirgin halde havayı koklayacaktı. Evlenseydim başıma bunlar gelmezdi. Komşum kapıyı kırmaya çalışacaktı çalan zil fayda vermeyince. Diğer dairelerden gelenler de ona katılacaktı çok geçmeden. Kapıyı kıracak güçlü bir omuz aranacaktı. Telefonum çalacak ve evde bıraktığım için açamayacaktım. Pijama cebinde şişkinlik yapıyordu. “Sessiz olun. Telefonu çalıyor... Bayılmış olmalı.” Bir Gökhan Özen zil sesi. “Benim için napardın ayazda mı yatardın!” Eve dönünce kırık bir kapı ve kınayıcı bakışlarla karşılaşacaktım. Pazar kahvaltımızın içine ettin diyen bakışlar. Bari hayatını kurtarsaydık, neden içerde değilsin. Diyen bakışlar. Belki içlerinden birisi de, o kadar kötü değillerdi, sağ olduğum için bana sarılacaktı. Selma teyze olurdu bu muhakkak. Onunla pek anlamasam da tavla oynardık. Severdi beni. Ben de yaşlıları severdim. Yaşlı adamı geçmek zorundaydım. Ocaktaki çay için yapmalıydım bunu.

Sonra baktım ki Eray bana selam verdi kahveden. Dışarıdaki tentenin altında bir masada oturuyordu. O anda fark ettim. Evi geçmiştim. Bir şeye bu kadar odaklanırsan sıradan şeyler bile görünmez oluyordu. Aferin sana Küçük Prens. Yine de ocaktaki çaydanlığı böyle öteleyebilmeme şaşırmıştım. Geri döndüm. Sonra bir iki adım atıp durakladım. Acaba yaşlı adam nereye kadar gidecekti? Arkasından baktım. Kolundaki saate baktı o da. Az ötedeki durakta beklemeye koyuldu. Burası yağmurdan koruyordu onu. Belki de tutmaktan yorulmuştu şemsiyesini. Kapattı. Yaşlılar ıslanmayı sevmezdi. Genelleme yapmak tehlikelidir. Biri de çıkıp kediler de sevmez derse yanlış anlaşılırdın. Aslında -romantik tarafımı ötelersem- ben de sevmezdim ıslanmayı. Suyu çıksın diye yere kavis çizerek çırptı şemsiyesini yaşlı adam. Derken otobüs durdu ve yavaşça bindi. Trulli treni dağılmıştı.

Apartmanın önünde biriken bir kalabalık yoktu. Asansör kullanarak heyecana kapılmak istemiyordum. Merdivenleri çıkarak alıştırdım kendimi her katta. Gördüm ki merdivenlere yığılan bir kalabalık da yoktu. Kapımın önüne gelince yönetici Mahir Bey’i gördüm. Poşeti arkama doğru saklamak istedim. Yaşlı adamın plaj şemsiyesini hatırladım. Cesaretlenip poşeti saklamaktan vazgeçtim. “Sıcak havalarda haşhaşlı çörek yenmez.” Böyle demesi gerekiyordu. Bekledim. Gülümsedi. Kapımı açmaya çalışan bir hali yoktu ayrıca. Yangın dolabını açmıştı. “Eksikleri kontrol ediyorum,” dedi. Belki de çaydanlık taşmamıştı. Çetin bir mücadele vermişti suyla. Kapıyı açtım. Islak bir kedi gibiydim. Yaz yağmuruna bu kötü benzetmeyi yakıştıramadım. Belki de ayakkabılarımı bile çıkarmadan mutfağa koşmam gerekirken yavaş davrandım. Mahir Bey ocağı açık bırakarak gittiğimi anlamamalıydı. Kendisi bu tür uçarı davranışları sevmezdi. Hemen kapıyı kapattım gaz kokusu yayılmasın diye. Mutfağa girince gördüm. Al işte, ocak sönmüştü. Koşup pencereyi açtım. Sonra kızdım kendime. Önce ocağı mı kapatmalıydım? Kapatmak için yeltendim. Ama düğme başlangıç noktasında duruyordu. Çaydanlığa dokundum. Soğuktu. O repliği hatırladım. Fazla uzaklaşmış olamazlardı. Demlikte koyduğum çay duruyordu, iki kaşık. Çaydanlık suyla doluydu. Altını yakmadan çıkmıştım. Soğuktu. Uzaklaşmışlardı işte.

Ve artık bu şeref bize aitti.


Özay Erdem

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page