top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Şükran Varol Kır- Bir Bavul, Bir Kitap, Bir Adam

Minibüsün soğuk camı, her kasiste alnımı ısırıyordu. Kapanan göz kapaklarımı aralamanın tek yolunun kürdan iliştirmek olduğunu düşünüyordum. Yolculuk değildi yoran, yolun sonunda varacağım “ben demiştim”lerle başlayıp sonuna da mecburen eklenen “hoş geldin”lerdi. On yıl önce yine bu minibüsle bavuluma nice umutlar tıkıştırılarak uğurlanmıştım. Nihayetinde onlar haklı çıkmıştı, bense yolda öğrendiklerimi heybeme atıp çaresizlikten biraz soluklanmaya geliyordum doğduğum eve. Ne yolda gördüklerimi anlatacaktım ne de yolun sonuna geldiğimi onlardan duyacaktım. Bir baltaya sap olamayışımı ve iflah olmaz temcit pilavı tekrarındaki hayallerimi yine bir bavula sığdırmıştım. Bavulum arkada ben önde memleketin kıvrımlı yollarında yarı açık bir camın nefeslediği ferahlıkla yol alıyorduk. On yılın sonunda beklediğini bulamayan, koyduğunu alamayan, düşlediğini hayata geçiremeyen geçimini bile sağlayamayan biriydim.

Emin abi, onca yılın çetelesini kırlaşmış şakaklarıyla tutmuştu. Orta yaşın ağırlığına uygun olarak bıyık bırakmıştı. Sigara içmekten sarıya çalan bıyıklarının altına gizlediği muzip gülümsemesi ise hiç yaşlanmamıştı. Benimle sohbet etmek istediğini seziyordum. Konuya nereden gireceğini bilemediğinden kıvranıyordu. O kıvrandıkça ben de göz ucuyla onu takip ediyordum. Şoför koltuğunun arkasında tek kişilik yer boşalmıştı. Emin abi, gözlerini yoldan ayırmadan kafasını omuz hizasında hafif arkaya atarak, “Yeğenim, gel hele ön tarafa da yüzünü görelim,” dedi. Görmek istediği maviş gözlerim mi yoksa başarısızlığımı saklamayı bir türlü beceremediğim alın çizgilerim miydi kestiremedim. Alın yazısı, yüzümüze bakınca okunabilir miydi? Minibüs, kırmızı ışıkta durunca yerimden isteksizce kalktım. Bacaklarını koridor tarafına uzatan, dizleri romatizmalı amcanın rahatını bozmamaya çalışarak birkaç adımla bana gösterilen koltuğa oturdum. Emin abi, “Eee, şimdi kesin dönüş mü yaptın yeğenim memlekete” dedikten sonra dilinin ucuna gelen soruyu da ilkinin sonuna ekleyiverdi. “Senin için kitap çıkardı, diyorlardı. Ne oldu o iş?’’ Evet, bir kitap çıkarmıştım ama yazar olmak için daha çok yolum vardı. Yazmayı sevdiğim için yol beni nereye götürürse oraya gidiyordum. Macide ile tanışmadan önceki Ömer gibi rüzgârda savrulan yaprak hafifliğindeydim. Yönüm belli değildi sadece anlık tutunduğum yazma hevesim vardı. Bu heves zaman geçtikçe yerini aylak aylak gezen bir adama bıraktı. Önceden çizdiğim bir yolum, bitiş çizgisinde havaya kaldıracağım bir bayrağım olmadığından istikrarsız hayatımda sürekli zikzaklar çiziyordum. Ben yolda olmayı seviyordum. Kuramlarla kurmacalarla değildi derdim. İsimsiz kahramanlarımı, adını bilmediğim adalara, şelalelere, okyanuslara ya da Bedevilerin bile artık geçmediği çöllere seyahat ettirmekti tek düşüncem. Tabii cevabımın bu kısmını kendi içime akıtarak verdim. Tüm yanıtlarımı tek bir cümleye damıtıp, “Bir kitap çıkardım abi. İkinci kitap dosyamı gönderdim yayınevine bekliyorum. Hayırlısı artık,” diyebildim. Tam iki yıldır yayınevinden geri dönüş beklediğimi Emin abiden gizlemiş, içimdeki acemi yazara avurtlarım yırtılırcasına başarısızlığımı haykırmıştım. Olmamıştı. Bekleyince her şeyin tadının kaçtığı gibi hevesim de körleşmeye başlamıştı. Bilgisayarın başına oturunca bembeyaz Word dosyası zihnimin tüm sözcüklerini yutuyor ama bir türlü beyaz kâğıda bunları kusamıyordu. Beyazı beyaza kestirmek ya da adı her neyse bir türlü bilincimin karanlık dehlizlerinden bir öykü devşirmeye gücüm yetmiyordu. Böyle olunca yazar tıkanıklığı diye bir karın ağrısı uydurmuşlardı oysa ben ne yazardım ne de ağrı çekecek kadar hikâyelerle doldurduğum bir karnım vardı.

Emin abi, fazla sessizleştiğimi görünce bu sefer konuyu yarım bıraktığım okula getirdi. Çünkü beni asıl götürmek istediği yer, hukuk fakültesine diye uğurladıkları evimizin kapısıydı. “Diplomayı almadın mı şimdi sen, avukat neyin olamayacak mısın?” Yarım bıraktığımı yani evdekilerin zoruyla kaydımı dondurduğumu söyledim. Hukuk bana göre değildi. Bunu biliyordum ama ailedeki kimseye anlatamıyordum. Kitap okumayı sevmemden ve deneme sınavlarında çıkardığım netlerden mütevellit avukat gömleği biçilmişti üzerime. Ancak mezuniyetimi göremedikleri için cübbeyi verememişlerdi elime. Babam okulu bıraktığımı duyunca sesi telefondan taşıp yanağımı yakmıştı. Hele kitap yazmak için bırakacağımı öğrenince bildiği tüm kallavi küfürleri bir nefeste sıralamıştı. O günü hatırlamak için önce unutmak gerekiyordu. Oysa tüm söylenenler ilk sıcaklığıyla hâlâ aklımdaydı.

Emin abi, aklımdan geçenleri sezmiş gibi yokluğumda babamın öfkeden nasıl delirdiğini, evde kalan birkaç parça eşyamı tiner döküp bahçede nasıl yaktığını anlattı. Babama hak verdiğini de ses tonuyla ince ince bana hissettirdi.

Minibüs ilçe merkezinin kuralsız akan trafiğinde kendine bir yol buldu ve biraz gitti biraz dinlendi. Öndeki yaşlı teyzenin geçmesini bekleyen Emin abi homurdanarak geçen zamanı kendince çarçur etmiyordu. “Hatun Nine de elindeki bastonla pazar yerini tavaf etmezse kör kurbağalar kısır kalır. Yüz yaşına gelmişsin otur evinde oğlun uşağın baksın artık sana ya.” Camdan başını uzatıp “Hadi nineee, işimiz gücümüz var,” deyince Hatun Nine “Beri bak Emin, getirtme beni yanına,’’ diyerek sesinin yettiğince şoförü payladı.

Buraya ait hissetmediğim gerçeği, ağır bir enkazın altındaymışçasına kendini hissettirdi. Yine nefes alamıyor, hayata tutunacak bir el arıyordum. O el, karşı kaldırımda kahverengi buklelerini bir o tarafa bir bu tarafa savuruyordu. Nazan’ın eli olup saçlarının arasında kaybolmak istedim. Yıllar, onun ne ışıltısına ne de gençliğine uğramıştı. Okulun en güzel kızı, benim ilk ve son aşkım, onu yıllar önce bıraktığım yerde güzelliğini gülüşüne emanet etmiş duruyordu. Yanağındaki gamzenin çukurunda boğulmak istedim. Gülüşünü yaka iğnesi gibi sol yanıma iliştirememenin pişmanlığı, tüm damarlarımda gezdi. Kılcal damarlarıma kadar, “keşke,” dedikten sonra yirmi metre uzağımdaki Nazan'ın güzelliğinde kayboldu. O, beni fark etmedi bile minibüsün içinde. Emin abi ise baktığım noktayı hemen fark edip kendince iyilik yaptığını düşünerek Nazan’ın yokluğumdaki varlığından haberler verdi. Liseyi bitirince evlenmiş ama kocası ayyaşın teki çıkınca baba evine geri dönmüş. Lise yıllarında içtiğimiz biraların kokusundan dahi nefret eden Nazan ve her akşam nefesi içki kokan bir adam. Hayat bizi hakikaten hep nefret ettiklerimizle imtihan ediyordu. Kocasının, içki kokan ağzıyla Nazan’ın dudaklarını ıslattığı geldi aklıma. Yarım nefeslerini Nazan’ın boynuna üflediği…Yanağındaki çukurun üstünü uzamış sakalıyla kapattığı…. Aklımdan bunlar geçerken Emin abi de hız kesmeden anlatmaya devam ediyordu. Sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek bile yemek istememiş. Düğündeki takıları, ayrılırken vermemiş. İçki kokan mutsuz gecelerin tazminatı saymıştı demek altınları. Lisedeyken harçlığını sigara parası bulamadığımda bana verirdi. Parayla pulla işi olmayan Nazan’ın uzun vadeli hesapların kadını olmasına şaşırmıştım. Bu yaştan sonra baba eline bakmam diyerek düğün takılarıyla küçük bir inci boncuk dükkânı açmış. Kendi yağıyla kavrulup gidiyormuş. Nazan’ın bu küçük ilçeye birkaç beden büyük gelen yaşanmışlıklarıyla kendi hayatını kurmasına sevinirken hâlâ idame ettiremediğim hayatıma lanetler okudum içimden. Bir kitapta okumuştum. “Ne yaşadığım hayatı beğeniyor ne yenisine gidebilecek kudreti kendimde buluyordum.” cümlesinin tüm yan anlamlarını oturmaktan uyuşmuş mecalsiz bacaklarımda hissettim. Ev kiramı bile ödeyemediğim için memlekete dönmek zorunda kalışıma hepten sinirlendim, kızdım, kırıldım. Babamın, “Ben sana demiştim,” lafını her saat başı duyacağımı bile bile kuyruğumu kıstırıp eve geri dönüyordum. Ne hayalimi gerçekleştirebilmiştim ne de hayata tutunabilmiştim. Emin abi, bizim evin önünde durdu. Aşağıya indim ve on yıl önce kapattığım demir kapıyı elimde koca bir hiçle tekrar açtım. Tavukları besleyen babam elimde bavulumu görünce haklı çıkmanın telaşıyla daha, “Hoş geldin,” bile demeden, “Ben sana söylemiştim, kitaplar karın doyurmaz,” diyerek yüksek perdeden nutuklarına başlıyordu işte. Elimde bavul, bavulun içinde kitabım ve kitabımın kapağında ismim yazıyordu. Bu hayata tutunmak, iz bırakmak için yeterli miydi sahi bütün bunlar? Bilmiyordum.


Şükran Varol Kır

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page