top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zeliha Tamer Uçar- Merkezdeki Fikir

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Okuyucusuna bu sözlerle seslenen Oğuz Atay’ın öykü kitabının son sayfasını kapattım. Atay, şimdilerde yeni yazarların dosyalarının yayımlanma kararının sosyal medyada sahip oldukları takipçi sayısı dikkate alınarak verildiği gerçeğini bilseydi kapitalizme şöyle okkalı bir selam çakardı. 

Fenomenseniz, bütün kapıları açan maymuncuğu elinizde tutuyorsunuz, tebrik ederim.

Kitap dosyamı yayımlatacak bir yayınevi bulabilecek miydim? Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, bugün, edebiyatımızın kilometre taşı olarak kabul edilen iki yazarın dahi kitaplarını okuyucuya ulaştırma konusunda yaşadıkları hayal kırıklıklarını öğrendiğimde cesaretim azaldı doğrusu. Hele bir de günümüzde milyon takipçili sosyal medya fenomenlerine teklif götürüldüğünü, üstelik ne yazdığının önemi olmaksızın kitaplarının ulaştığı satış rakamlarını öğrenince çıldırıyorum. Neyse ne! Enseyi karartmayayım. Onlarca yazar yaşamış bu doğum sancılarını... 

Ümidimi diri tutarak yayınevlerinin kapısını çalmaya karar verdim. Dosyam için kaç zamandır kafamda yeni bir hikâye dolanıyor. Polisiye bir öykü yazma düşüncesiyle heyecanlandım. 

“Merkezdeki fikir ne olmalı?” sorusuna cevap ararken “herkes bir gün katil olabilir,” cümlesini yazıverdim. Klişeye kaçılmazsa iyi bir hikâye fikriydi, denemeye değerdi. Karakterleri belirlemeye çalışırken Ahmet Ümit’in “Kırlangıç Çığlığı” romanının kahramanı başkomiser Nevzat ve Evgenia’nın sesleri kulağımı doldurmaya başladı. 

“Vakit epeyce geçmiş gitsem iyi olacak.”

“Hayatta olmaz, kahvaltı yapmadan bırakmam seni.” 

Karısıyla kızını kaybetmiş, cinayet zincirleriyle boğuşan, kan görmekten yılmış bir başkomiseri yeniden yaşama bağlayan Evgenia gibi hayat dolu bir kadının varlığı hikâyeyi sürükler. Benim öykümün kadın kahramanının adı Lidya olsun, rafine zevkleri olan zengin bir kadın… Evine giren hırsızlar bahçıvanı öldürünce bizim başkomiserle yolları kesişir. Zamanla tutkulu bir aşka dönüşür ilişkileri. İyi de bizim başkomiserin ismi ne olacak? 

Kırlangıç Çığlığı romanındaki gibi ben de bir cinayet bürosu ekibi kurmalıyım. Ekip en fazla dört kişi olmalı. İki erkek bir kadın, bir de bizim… Şöyle güçlü bir isim... Şema çizip karakterleri belirledim. Okuduğum yaratıcı yazarlık kitaplarına göz attım. Protogonist kim olacak? Antogonist ana karakterimizi nasıl dönüştürecek? Mekân, zaman, bakış açısı… Haydi, marş marş, herkes görev başına. Her sahne için duyguyu yazmak şarttı. Bu bana her geri dönüşümde, yeni sahne yazma kolaylığı verecekti. Sahne hedeflerini de belirlemeli. Çatışma yaratma konusunda çuvallamam umarım. Yazarlık atölyelerinde öğrendiğim onca teorik bilgiyi sınamanın tam zamanı. Lise yıllarında yazdığım kompozisyon ödevlerine benzemese bari. Edebiyat hocam keşfetmişti yazmaya olan yatkınlığımı. Umarım yanılmamıştır. 

Bilgisayarın başına oturdum. Yine başkomiser Nevzat gezinmeye başladı zihnimde. Kolaya kaçmak olacak, ama tecrübeli bir isme ihtiyacım var. Adına Nevzat demesem de karakteri ona benzetsem, kim anlayacak o olduğunu. Buldum, adı Salih olmalı. Başkomiser Salih. Güzel isim. Birkaç cümle yazmıştım ki bir anda Ahmet Ümit dikildi tepeme. Sahiden Ahmet Ümit mi gelen, yoksa yine düş mü görüyorum? Bi çimdik atsam anlarım. Tövbe! Yazarken kendimi öyle kaptırıyorum ki hangisi hayal hangisi gerçek ayırt edemiyorum. 

Hazır yanı başımdayken bir iki soru sorsam. Hayranınızım desem… Kırlangıç Çığlığı, İstanbul Hatırası kitaplarınızı okuduktan sonra merak saldım polisiye yazmaya. Okuduğum yetmedi, defalarca sesli kitap olarak dinledim eserlerinizi. Cevap versene be adam! Kafamın içinde konuşuyorum değil mi yine! Dur bakalım belki de o başlatır konuşmayı. Sanırım onunkinden daha iyi bir hikâye çıkarmamdan çekiniyor. Boynuz kulağı geçer nihayetinde. Tuhaf tuhaf süzüyor beni.

“Ne bakıyorsun, sen buradayken yazamıyorum.”

Yanımdaki sandalyeyi aldı, bir metre kadar arkama oturdu. “Yardıma ihtiyacın olursa buradayım.” Kalbim boğazımda atıyor. Dilim tutuldu. Bir hoş geldiniz diyebilseydim en azından. Ayağa kalktım. Heyecandan ne yapacağımı şaşırıyorum. Sonra tekrar oturup bilgisayar ekranında yazılı metni okumaya çabalıyorum. Kelimeler birbirinin içinde, ekran flulaştı. Evet evet arkamda oturan Ahmet Ümit’in ta kendisi. Delirmedim. Konuştu, adam gerçekmiş baksana. Bizim ailede herkes biraz kaçıktır. Anneannem fotoğraflarla konuşurdu, annem çiçeklerine döker içini, ben de yarattığım karakterlerimle konuşuyorum. Bir de buna ünlü bir yazar eklendi, tam oldu. Eskiden olsa bana ermiş derlerdi ama şimdi kocam durumumu fark etse kolumdan tuttuğu gibi bir psikiyatr koltuğuna oturtur beni… Sonra da…

“Ne yardımı?” diye söylenerek biraz asabi, başımı salladım. Bir şeyler söyleyecek gibi dudaklarını ileri doğru uzatınca pos bıyıklarına dikkatim kaydı. Gergin olmasa bıyıklarının ona babacan bir hava kattığını söyleyebilirdim. Homurdanarak “Keyfin bilir,” dedi, sonra küsen çocuklar gibi ellerini önünde birleştirip somurtmaya başladı. 

Eyvah! Yok yere kalbini kırdım. Bir öğretmen titizliğiyle destek olmak için gelen koskoca yazara neler diyorum. Şimdi gönlünü alırım. Ev sahipliğimi kötülemesini istemem. “Kahve içer misiniz?” diye soruyorum. “Hıh,” diyerek başını sallıyor. Aman be, içmezsen içme zaten benim yazmam lazım, ilham perileri bir kaçtı mı gelmez bir daha. 

“Salih, uzun uzun çalan telefonun sesini kıstı. Sevgilisiyle nadiren bir araya gelebildiği akşam yemeğinde hayattan çaldığı birkaç güzel saatin keyfini hiçbir şeyin bozmasını istemiyordu. Telefon sustu. Sandalyesini Lidya’nın yanına çekti. Açık kahverengi saçları akşam güneşi altında parıl parıldı. Lidya başını sevdiğinin omzuna bıraktı. Salih uzun uzun okşadı Lidya’nın yanağını. Sevdiği kadının sıcak teninden yükselen yasemin kokusunu içine çektikçe bir kambur gibi sırtına sarılmış onca yükü atıverdi. Uzanıp bir öpücük kondurdu çenesine. Tek bir söz etmeden akşam güneşinin denizle cilveleşmesini izlediler bir süre. Birlikte kuracakları hayatın hayallerini boğazın sularına bıraktılar… 

Telefon yeniden çalmaya başladı. Arsız alacaklı gibi susmaya niyeti de yoktu üstelik. “Aç istersen, önemli olabilir.”

Salih gönülsüz telefona uzandı; “Şu İstanbul’un çöpleri boşaltmakla temizlenmiyor be güzelim…” 

Birinci bölümü o kadar hızlı bitirdim ki ben bile şaşkınım. On yıl boyunca Arka Sokaklar izlemenin bana katkısı da bu olsa gerek. Bu dizi, İstanbul Hatırası romanından esinlenilerek çekilmiş olabilir mi acaba? Dizideki Rıza Baba karakteri de başkomiser Nevzat gibi babacan, kol kanat geriyor ekibine. Hakkını vermem gerek kolay mı yıllarca çok okunan polisiye romanlar yazmak. Başımı arkaya çevirdim, “Sahi, bu Arka Sokaklar dizisinin senaryosunu da  sen  mi yazdın?” diyecektim, Ahmet Ümit gitmiş. 

Kahve deyince canım çekti. Ben de Balzac gibi kahvesiz yazamıyorum. Ah! Nasıl sevilmez, kokusu bile zihin açıcı. Bizim Salih de kahve sever olsun o zaman.

“Kahve ister misiniz başkomiserim?”

“Getir, bu gece sabahlayacağız anlaşılan. Atakan’la Recai nerde kaldı?”

“Savcı bey çağırmıştı, nerdeyse gelirler.”

“Bu iş önemli kızım. Mafya babaları birbirlerinin ipini pazara çıkarmaya başladılar. Son bir haftada iki cinayet işlendi. Özellikle tarihi mekânları seçmeleri de ilginç. İç işleri bakanı aradı. Bu cinayetlerin bir zincir hâline gelmesi ihtimaline işaret etti bakan bey. Yer altı dünyası birbirine düştü. Hepimiz haritadan kendimize yer beğenmek zorunda kalırız. Bu işin şakası yok. Tarihi yarımadada kuş uçmayacak bundan sonra. Görülmüş şey değil, you tube kanalından racon kesmek. Yakında yeniden silahlar konuşur. İvedi plan yapıp olayın peşine düşelim. Ara, işleri biter bitmez acil gelsinler…

Beşinci bölüme geldiğimde heyecandan duyguyu kaybetmemek için klavyenin tuşlarına daha hızlı basmaya başladım. 

Hava griye çalmak üzereydi. Süleymaniye Camii avlusunda atılan iki el silah sesi şehrin gürültüsünü delip geçti. Avludakiler kendini yere attı. Her şeyden habersiz meydanı dolduran ayakların gölgesi sağa sola kaçıştı. Bir mafya hesaplaşmasının ortasında kalmışlardı. İzbandut iki herifin leşi yere serilmişti. Her şey, bir haftadır enselerinde dolaşan polisler ne olduğunu anlayamadan göz açıp kapayana kadar oldubitti. 

Başkomiser Salih ekip otosundan indi. Güvenlik şeridinin üstünden atlayarak iki cesedin başına dikildi. Küfredip yere tükürdü. Hazır olda bekleyen yardımcı komiseri, “Hani enselerindeydiniz lan?” diye fırçaladı. Ambulans insan kalabalığını yara yara, ancak sokağın başına kadar gelebildi. Sağlık görevlileri koşar adımlarla birkaç dakika içinde camii avlusuna ulaştı.

Ekip telsizine, eşkâli verilen, iki şüphelinin Beyazıt’tan Kapalıçarşı istikametine doğru koştukları anonsu geçildi. Başkomiser Salih adamlarından birini maktullerin başına koyarak, telsizle ekipleri Beyazıt, Kapalıçarşı, Gülhane ve Sirkeci hattına yönlendirip ara sokaklardan Beyazıt Meydanı’na ulaştı. Eşkâle uygun iki zanlıyı Sultan Ahmet Meydanı’nda gördüler. Nefes nefese bir takip başladı. Koyulaşan gökyüzü, insan kalabalığı, aralarını açıyordu. Zanlılar bir turist grubunun içinden geçerek Sirkeci yönünde koşmaya başladılar. Başkomiser Salih, ara sokaklardaki ekipleri Gülhane Parkı girişine yönlendirdi. Sirkeci istikametine ilerleyen tramvay zanlılarla polis ekiplerinin arasını kesti. Mesafe iyice açıldı. Zanlılar Gülhane Durağı’na yanaşan tramvayın kabinlerinden birinin içine maymun gibi dalıverdiler. Bunu gören başkomiser Salih de peşlerinden arka kabinlerden birinin içine atladı.

Son sahneler o kadar yoğundu ki, “Tam da kaybolacak zamanı buldun Ahmet Ümit,” diye söylendim. Zihnimdekilere yetişebilmek için elimden geleni yapıyordum. Klavyenin tuşları parmaklarımın altında çatlayacakmış gibi şakırdıyordu. Atölyelerde öğrendiğim her bilgiyi teker teker uyguladım. Polisiye öykülerde kısa cümle kullanımı cidden gerilimi tırmandırmayı kolaylaştırıyor. Metne ritim katıyor. Kısa cümleler kur, peş peşe fiilleri sırala, duyguyu es geçip aksiyon sahnelerine yoğunlaş… Unuttuğum bir şey kaldı mı? Aklımdayken şu son sahneleri de yazayım, sonra eksikleri tamamlarım.

Kovalama sahnesinin gerilimi içinde bir anda zihnî bir kargaşaya kapıldım. İki zanlı önde, başkomiser Salih arkada bilgisayar ekranından çalışma odamın içine düşüverdiler. Boyunlarında kafam kadar muska asılı, siyah giyimli, gözleri sürmeli, elleri yaba gibi iki zebella herif hemen toparlanıp ayağa kalktı. Başkomiser de yuvarlandığı yerden silkelenerek doğruldu, hemen silahına davrandı. 

Yarattığım karakterler kanlı canlı karşımdaydı. 

Hâlbuki zanlıların yakalanmasına daha iki bölüm vardı. Planlarıma göre Sirkeci durağında bitecek olan kovalamaca bizim evde sonlanmıştı. Usta yazarların “Bazen hikâyenin kontrolünü karakterler ele geçirir,” dedikleri şey bu muydu yoksa? Bu durum Ahmet Ümit’in başına da gelmiş miydi? Gelse ne yapardı? Bir kez daha söylendim gitmesine.

Aman Allah’ım! Beni gördüler. Yüzünün sağ tarafında falçata izi olan zanlı bana doğru geliyor. Bırak, bırak beni pislik herif. Piç kurusu. Bilgisayarın başına geçeyim sana ne yapacağımı bilirim. Öbür yanağına da falçata izi attırayım da gör. Adam söylediklerime bir anlam veremediğinden durup baktı suratıma. İmdaaat! Tabancayı şakağıma dayadı. Dişlerim takırdıyor. Yalvarsam. Benim olayla bir ilgim yok derim. Sesim çıkmıyor… Boğazım yapış yapış, kupkuru. Şimdi parmağını tetiğe basabilir. Emniyet mandalı açık mı? 

Başkomiser silahını doğrulttu. “Bırakın lan kadını!” 

Tepemdeki adam, “İzin ver gidelim. Kimsenin canı yanmasın,” dedi. 

Eyvah zil çaldı. Saat sekiz oldu demek. Eşimin gelme vakti. Bir bu eksikti. Bu adamların evde ne işi var deyince ne cevap vereceğim. Ben bittim. Tek derdim bu mu şimdi? Bu tabii. Evliliğim bugün biter. Can güvenliğimizi tehdit eden bu durumu kocama nasıl izah edebilirim! Yine çaldı kapıyı. Sinirlendi. Anahtarını unutmuş olsa ne güzel olur. Çalsın çalsın gitsin. Sonra bir hikâye yazıp durumu kurtarırım. Eyvah, anahtarıyla açıyor kapıyı. 

Anahtar şıkırtısı herkesin dikkatini dağıttı. Anlık şaşkınlıklarını fırsat bilip yanımda dikilen katilin belindeki sustalıyı çekip beni zapt eden adamın kalbine olanca gücümle sapladım. Al ulan. Geber. Yere düşen silahı dış kapıya doğru tekmeledim. Elim yüzüm kan içinde. Cesaretime inanamıyorum. Başkomiser de yanımdaki çam yarmasının alnına bir el ateş etti. Koca gövdeli bir ağaç gibi gürültüyle yere devrildi adam. Kalbine sustalı sapladığım pis katil beni de beraberinde eşek cennetine götürmek arzusundaydı anlaşılan, son bir güçle boynumu ellerinin arasında çevirdi. Bacaklarımdan aşağı ılık bir sıvı aktı. Dizlerim boşaldı. Beyaz bir süt denizindeyim artık. İşittiğim son silah sesinin ardından beni hayata bağlayan pamuk ipliği koptu. Kulaklarımdan beynime doğru tahammül edilemez bir çınlama yayılıyor. Ölüm dedikleri bu sanırım. Adamın boşalan kollarının arasından süzülüp yere yığıldım. Hâlâ bedenimi hissediyor olmam tuhaf. Demek duyular hemen kaybolmuyor. Katil ağır bir külçe gibi üzerime düşünce kaburgalarım çatırdadı. Dayanılmaz bir ağrıyla zonkluyor beynim. Yaşam hissiyle mutluluktan ağladım.

Dış kapı açıldı. Başkomiser katilin cesedini üzerimden aldı. Tek düşüncem kocamı doğruca yatak odasına götürerek zaman kazanmak. Her zamanki alışkanlığıyla duşa girdiğinde olay yeri temizliği yaparak durumu kurtarabilirim. Bin bir güçlükle yerden kalktım. Yüzümdeki kanı hırkamın içine sildim. Üstümü başıma çekidüzen vermeye çalıştım. Başkomiser Salih’e sessiz olmasını işaret ettim. “Kocamla aramda sorun istemiyorum. Karşılayıp geleceğim.” Göğsümü tutarak ağır birkaç adımla koridora çıktım. Kaburgalarım ciğerlerime battıkça ağrıdan canım kesiliyor.

Koridorda iki yabancı ses işittim. Seslerden hiçbiri kocama ait değil. Kim olduklarını anlamak için kulak kesildim. İçeri girenlerden biri “Anne nerdesin?” diye seslendi. Ardından bir erkek sesi “Uyumuş olmasın?” dedi. Nihayet kim olduklarını çıkardım.

Yeni öykü kahramanlarım Bıçak Ali ile Selma’ya bizim evin anahtarını kim vermiş olabilirdi?


Zeliha Tamer Uçar


11 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page